Zaman İçinde Atatürk Caddesinden Gelip Geçenler

.jpg)

+ar%C5%9Fivi.jpg)
+(2).jpg)
+(26).jpg)
+(27).jpg)
+(32).jpg)
.jpg)


+(3).jpg)

.jpg)
Bir
orta kahve yap da içelim kızım, şöyle gelene geçene baka baka…
Bahar
caddelere taşınmaya başlamış, misafir geldiği sardunya saksılarından belli.
Hep
şaşmışımdır karşı komşunun sakızına mesela. Yaz-kış hiç kuruduğunu görmedim, yerini
çok seviyor besbelli. Neden dersen, sokağın karşısındaki evler Uludağ’a doğru
bakar. Özellikle kışın azıcık güneş vurdu muydu, dağ’a çarpan güneş karlardan
yansıyarak o cama da bir selam atar, bu yüzdendir ki çiçekler çok sever bu cam
önlerini. Benim cam önü güzellerim de parmak ısırtan türdendir; gün boyu güneş
alır, benimle sohbete koyulur, hayatıma yarenlik ederler. Baharda her yanı
saran erguvanlarla, kışın beyaza bürünmüş yamaçlarla, güzde sarının bin bir
tonuyla aşık atmaya çalışırlar... Tabii şimdilerden bahsetmiyorum-yıllar
önceydi bu- ahşap evlerin apartmanlara dönüşmesinden, komşuların bir bir
taşınmasından, bizim caddenin iş hanları dolmasından az biraz önce....
Çakırhamam'dan
Setbaşı Köprüsüne kadar geniş, boylu boyunca uzanan bir tarihtir Atatürk Caddesi.
Burası şehrin atardamarıdır. Caddede bir zaman tüneli olsa da benim aklımda
kalmayanları da anlatabilse sana. Bir yanında sıralanmış Maarif Müdürlüğü,
Tiyatro, Tayyare, Ulucami, hanlar ve çarşılar diğer yanında Atatürk Heykeli,
Vilayet, Adliye ve yamaçlar...Sonrasında değişen yapılar, sıvanan duvarlar,
genişleyen binalar, yıkılanlar, yok olan bahçeler, yeni inşa olanlar, var oğlu
varlar.. Benim aile yadigârı bahçeli, cam önü güzelli, yüksek tavanlı, geniş
kapılı evim bu caddeye bakar işte. Ben kendimi bildim bileli buradayım. Burada
doğdum, burada büyüdüm, bu caddeyi izleyerek kahvemi yudumladım yıllarca. Kış
günleri kar tutmasını izledim sokakların, yaz günleri çocuk cıvıltısını… Sonbaharda yağmur sel götürürdü
sokakları, ilkbaharda çiçek bürürdü dalları. Anlatmaya ne hacet; bilenler
bilir, şehrin en keyifli, en canlı, en
yaşayan caddesidir burası.
Yaşayan
derken, sokağın trafiği, insan güruhu veya kuru kalabalıktan bahsetmiyorum. Bu
caddenin bir ruhu vardır. Hafif rüzgarda ağaçları hışır hışır eder, yaz gelince
ağustos böceklerinin vızıltıları duyulur, ara sokaklarda gecenin sessizliğini
bozan bekçi düdükleri, annesinin kolundan ayakkabı almak için dükkana çeken
çocuğun ağlaması, taze simit çığırtkanlığı, önceleri parke taşlarda tıngırdayan
fayton demirleri; sonraları yüksek seste kulak delen havalı korna sesleri… Ara
sokaklardan sesler yankılanırdı; yoğurtçu, sütçü, kalaycı, hallaç, sebzeci
saatini kaçırmaz; buzcular yazı; boza ve salepçiler kışı; macuncu, dondurmacı,
tahanlı pideci dört gözle bayramları beklerdi. Sütçümüz geçerken camdan o kibar
sesini duyardım, hala kulaklarımda çınlar. Merkebine seslenirdi sütü çinkolu
kabından koyarken "Ceylan'cığım, durunuz, bekleyiniz lütfen" diye. Yoğurtçu
Sait Bey, omzunda asılı kaplardan kepçeyle taze yoğurt satardı, çaldığı çanı
duyup kapının önüne inenlere. Burada
insanların birbirini tanıyıp saydığı gibi binalarla insanlar da birbirlerine
aynı hürmeti gösterirdi. Ne demek o deme kızım. Öyle Heykelde üzerimizde bir
paçavra, saçımız başımız bir yerde gezemezdik biz. Vilayetin, Adliye'nin
önünden geçmek saygı isterdi. Heykel bir kültür, entellektüelite ve devlet
simgesiydi sanki de biz de ona göre davranırdık. Gençlik Setbaşı'ndan
Postane'ye yürüyüşler yapardı. Hep bir çeki düzen içinde. Herkes birbirini
tanır, ona göre davranırdı. Tanıdıklarına hal hatır sorma, tanımadıklarına
gözler ve baş ile bir selam atma. Hey gidi caddeler, hey gidi insanlar... Sokaklar
dolar, sokaklar boşalırdı gün boyu ama gece oldu muydu çıt çıkmazdı, sokağın
sakin uğultusundan başka...
Bizim
buraların çok daha hareketli günleri de olurdu elbet. İnsan güruhlarının
sokakları doldurduğu, bir hengamenin, kalabalığın hareketlendiği; seslerin,
bağırışların, çığlıkların, tezahüratların
duvarlara çarpıp yankılandığı, ne bileyim işte cıvıltının veya coşkunun hüküm
sürdüğü anlar, günler, geceler... Bayram günleri, mitingler, yürüyüşler, geçit
törenleri, seçim günleri, açılış ve temel atma törenleri, cenazeler, düğünler,
yas ve anma günleri gibi. O
vakit benim bu cam önüm bir beyaz perdeye dönüşürdü işte. Anlatmaya başlasam -düşünsene- bir yılda
kaç bayram, kaç yürüyüş, kaç kutlama olmuştur ve ben kaç tanesine katılmış, kaç
tanesini görmüşümdür, penceremin önünden geçen ve şu an aklımda beliren. Fotoğraf
albümlerini sandıktan çıkarıp bir bir bakalım: Yok o yeni olanı değil altta
duran tahta kapaklı olanı, taa benim çocukluğumdan başlayanı. Heh işte o! Fotoğraflara
bakınca aklımda bir bir canlanıyor her şey. Talebe iken her sene bir fiil
içinde bulunduğum bayram geçit törenleri; mezun olunca yol kenarında izlediğim,
sonraları çocuğumu götürdüğüm en nihayet torunumla katıldığım, son yıllarda ise
sadece gazete sayfalarından takip ettiğim o bayram günleri ve gelip geçenler. Rap
rap rap…
Eskiden
Cumhuriyet Caddesi'nden Setbaşı'na kadar yerler parke taştandı. Girik çıkık
taşlar arasında vazife gereği yapmaya çalıştığımız hareketleri yaparken kimi
zaman bileğimizin burkulduğu olurdu. Sonraları
yanılmıyorsam Vali Haşim Bey Setbaşı Köprüsü'nden Çekirge’ye kadar asfalt
yaptırdı yolları. Temiz pak oldu, düzenli oldu ama inan sıcakta asfaltın
üzerimize verdiği ısı, yağmurlu havalarda ise biriken çamur ve sudan dolayı
galiba o eski parke taşlar en güzeliymiş diye düşünmüyor değilim. İşte
Cumhuriyet Caddesi'nde başlayan ve Setbaşı'na kadar süren geçit törenleri. Görüyor
musun bak en ön sıradaki benim, bizim okulun geçiş sırası, yolun yanında
annemler var onlara selam veriyorum. Şimdi sana basit geliyordur, bu kıyafetler,
gösteriler, müzikler veya duyduğumuz o heyecan. Ama o günlerde her şey bir
farklıydı. Çünkü biz talebeler günler hatta haftalar öncesinden hazırlanmaya
başladık törenlere. Okuldaki bütün sınıfları renkli krepon kâğıtları, kağıt
fenerler, kedi merdivenleri, Atatürklü
bayraklarla süslerdik. En güzel yazılarımızla şiirler yazar, panolara asardık. Bayram
panosu en güzel sınıfa mükafatlar verilirdi. Süslemelerimiz 1 hafta boyunca
duvarlarda asılı kalırdı. Bayram sabahı heyecanla uyanıp, okula gidip bahçede
toplanır, bayram provalarını harfiyen yerine getirir, bando eşliğinde uygun adımlarla
Cumhuriyet Meydanında Atatürk Anıtı önüne kadar yürürdük. Atatürk Anıtının
önünde muntazaman yerimizi aldıktan sonra şehrin ileri gelenleri açılış
konuşmalarını yapar, öğretmenlerimiz günün anlam ve önemini belirtir, hitabeti
güçlü arkadaşlarımız Cahit Sıtkı’dan, Behçet Kemal’den, Dağlarca’dan çeşitli
şiirler okur, merasimler yapardı. En son Atatürk Caddesi'nden geçişle Setbaşı'na
doğru akar ve oradan dağılırdık. İşin
özü aslında bu kadardı ama detaylarda ne anılar, ne hatıralar, ne tebessümler
ne mutluluklar vardı. Mesela Cumhuriyet Meydanı: Uzun ömrüm içinde geçirdiğim
her bayramda farklıymış. O günlerde anlamazdık. Yerleri, çiçekleri, trafiği,
etrafındaki binaları, meydandaki saati, gelip geçenleri, foto-şipşakçıları, simitçileri,
köşe başları hep değişmiş. O zamanlar bir bizler aynı kalmışız, sonraları
bizler de değişime ayak uydurup değişmişiz. Şu
23 Nisan fotoğraflarına bak! Çoğunda hava kapalı ve yağmurlu. Ah ne üzülür ne
üzülürdük eğer 22 Nisan gecesi yağmur başladıysa. Kimi vakit törenlerin iptal
olduğu olurdu, kimi vakit serpiştiren yağmura rağmen devam ettiği. Ama çocukça
sevinçler ve üzüntüler hep bayram yerinde olurdu. Tıpkı simitçiler gibi. Simitçiler
üç bacaklı sehpalarının üzerine oturttukları saç tepsiler başlarında,
bağırırlardı: “Eskişehir unundan, Devrengeç’in suyundan, yeni çıktı fırından,
taze simit”. Hep beraber öğle saatinde simitlerimizi şanslıysak bir ayranla
yoksa kuru kuruya yerdik. Devrengeç suyu
demişken şimdiki kütüphanenin olduğu yerde Devrengeç suyu vardı. Sıcak havalarda
tüm arkadaşlar orda kana kana buz gibi su içerdik. Bursa’nın
meşhur delileri de vardı o zamanlar, herkes "deli" derdi onlara. Şimdi
olsalar bir onlar akıllı derdim. Deli Ayten, Halil İbrahim ile Tarzan aklıma
gelenler. Onlar her zaman bayram yerinde yerlerini alırlardı. Bizim her sene değişen
kostümlerimizin yanında onların ki hep aynıydı. Şaka bir yana, kostüm demişken,
öğretmenlerimiz bu günlerde baş rolü oynayan artistlerdi bence. O gün bir başka
şıklık içinde olurlardı. Aslında bizim döneminizde öyle kot pantolon, üzerine
yün kazakla okula gelen öğretmen olmazdı. Birbirinden güzel ve bakımlı genç
cumhuriyet kadınları çoğunlukla kendi diktikleri döpiyes takımlarını giyerler, boyunlarına
Bursa ipeği fularlarını ve anneannelerinden kalma incilerini takar,
bordo-kırmızı rujlarını bir dudaklarına bir yanaklarına sürer, saçlarını bir
gün öncesinden bigudiler ile sarar merasimlere o şekilde gelirlerdi.
Ayaklarından topuklu ayakkabıları, bacaklarından ipek çorapları eksik olmazdı. Nur
içinde yatsın Melahat öğretmenimi okul günlerinde de hep o şıklıkta ve
temizlikte görmüş, adab-ı muaşeret kurallarını hep ondan görüp öğrenmişimdir. Biz
öğrenciler ise merasimlerde gelin, köylü kızı, nene hatun, asker, efe, arı,
papatya, üzüm, şeftali, izci veya tavşan olurduk. Bir de folklor gruplarımız
olurdu. Erkekler haftalar öncesinden asker olmak için birbirleri ile yarışırdı.
Kostümlerimizi annelerimiz ve teyzelerimiz öğretmenlerimiz ile birlikte
dikerdi. Sağdan soldan bulunan artık kumaşlar; bir pazen, bir Amerikan, iki
saten bir kostüm çıkardı ortaya. O güne özel annem yüzümü boyamama izin
verirdi. Sedefli bir pembe ruj sürüp gelin olduğumu hiç unutmam mesela. Okulların
geçitlerinden sonra dansçılar ve kılıç- kalkan oyuncuları yerlerini alırdı.
Küçük talebelerinin sempatik biçimde kazandıkları alkışları, büyük ağabey ve
ablaları herkesi büyüleyerek kazanırdı. Cumhuriyet
Bayramı kutlamaları daha geniş katılımlı olurdu. Bizim için bu bayram bir hürriyetti, doğuştu, geleceğe daha umutla
baktığımız gündü. Gerçek anlamda bir bağımsızlık simgesiydi. Onun içindir ki bu
bayrama bir gelin gibi hazırlanırdı sokaklar. Baştan sona al bayrakla dolardı dar
sokaklarımız. "Yarın herkes bayrağını assın" diye kimse de söylemezdi
bize. Bir gün önceden annelerimiz bayrakları çıkarır, yıkar, ütüler, gerekirse
yamalar ve yerine asardı. Her bayram da önünde fotoğraf çektirirdik. Bayram
sabahı anne, baba, kardeşler hep beraber hazırlanır erkenden elinde bayraklar,
mahalleden kortej halinde Heykele çıkardık. Atatürk Caddesi'nin iki tarafını
çoluk çocuk, nene, dede, anne baba, cümbür cemaat doldururdu Bursalı. 29 Ekim
akşamı Cumhuriyet Baloları olur aile büyüklerimiz ona katılır, bizde sadece
öncesindeki fener alayını izlemekle yetinirdik. Ben
hatırlamam ama annem hep 10. ve 15. Yıl kutlamalarını anlatır. Cumhuriyet’in
onuncu yılı kutlamalarına çok büyük bir özen gösterilmiş, önceki yıllara
nazaran halkın katılımının daha yüksek olacağı bir kutlama programı
hazırlanmış. O günlerde Cumhuriyet Halk Fırkası bilhassa sene başından
organizasyona başlayıp, binaların dışına levha ve afişler asılması, sinema ve
tiyatro gösterileri tertip edilmesi, salonlarının o gün ücretsiz olarak nutuk,
temsil ve konferanslara açık olması, şehirlerdeki komitelerin ayarlanması, bez
bayraklar, okul müsamereleri vb. her kaleme ödenek ayırıp sonuçta da çok
muazzam bir kutlama tertip etmişler. Bak
kızım, tören veya bayram şeklinde anılan kutlamalar o toplumun ortak geçmişinden,
geleneklerinden ve tabiatından doğar. Toplum birbirinden ne kadar uzaklaşır,
sahip olduğu değerleri ne kadar kaybederse bu kutlamalar, törenler, bayramlar
söner gider. Kimse bir araya gelip alkış bile tutamaz olur. Bizim kara
günlerimiz, kötü zamanlarımız olmadı mı sanıyorsun? Bugünkünden çok daha fazla.
O neşe dolu bayramların kutlandığı sokaklarda ne acılar da yaşandı. Ama o zaman
da hep beraberdik. Doktorların,
öğretmenlerin, siyasilerin, mahallenin sevilenlerinin, halkın tanıdığı bildiği
sevdiği kişilerin cenazelerinde de dolup taşardı Atatürk Caddesi. Bir de daha
eskiler var. Ben hayal meyal hatırlıyorum bu caddenin hafızasındaki kara
günleri. Ya çocuk aklımla gördüklerim ya da daha sonra büyüklerimin
anlattıklarından aklımda kalanlar bunlar, ama bak 1-2 gazete kupürü kesip
saklamışım o günlere dair. Sokakta oyun oynarken herhalde "Heykel önünde
adam asmışlar" diye bir şey duymuş, koşarak oraya gitmiştik. 4 sehpada
boyunlarına bir şeyler yazılmış asılı adamlar duruyordu. Daha sonradan öğrendim
dağda eşkıyaymış asılanlar, sene ya 1934 ya da 1935'di. Bu aslında o güne kadar
Cumhuriyet Meydanın gördüğü 3. İnfazmış. Ama biz yıllar içinde bu infazlardan
çok gördük bu meydanda. O günlerde, hatta gece yarılarında binlerce meraklı
kişi doldururdu bu meydanı. Meraklılar gelir, ipte sallananlar kalır,
korkmuşlar meydanı boşaltırdı. Gelen geldiği gibi çıkamazdı senin anlayacağın
buradan. 27
Mayıs sabahını hiç unutamam; bu evler, bu duvarlar, hele bu sokak da hiç
unutamaz herhalde. Konu komşu, çoluk çocuk sokağa fırlamış sevinç çığlıkları
atıyor "kurtulduk" diye bağırıyordu. Atatürk Caddesinde Tayyare Sinemasının
üstündeki, Demokrat Parti il merkezindeki bayrak bir indiriliyor bir çıkarılıyor,
toplanan halkı polis dağıtmaya çalışıyordu. Güya sokağa çıkma yasağı vardı ama daha
önceleri sokağa çıkmayan herkes şimdi sokaktaydı. Bir
de meşhur kurtuluş günlerimiz. Bursa'nın düşman işgalinden, yunan mezalliminden
kurtuluşu yani. 10 Eylül gecesini ve 11 Eylülü heyecanla beklerdik. 10 Eylül
yatsı vaktinde temsili milislerin şehre inişini, pencerenin önüne geçip,
çekirdeğimizi alıp izlemeye koyulurduk. Beklerdik ki Teferrüç tarafından
gelecek olan milisler Namazgaha doğru insin oradan Setbaşı'na gelsin ve bizim
önümüzden doğru geçerek Heykel önüne girsinler. 1. Milis kuvvetler Heykel önünde Maksem'den
gelen 2.milis kuvvetlerle buluşup çeşitli mizansenler yaparlardı. Ellerimiz
kızarana kadar alkışlardık bu müsamereyi. 11 Eylül günü oldu muydu muharip gaziler
gelir, tüfekleri ile atışlar yaparlardı. Onları da biraz hayret biraz korku ama
en çok da hayranlıkla izlerdik. Sonraları doğal olarak hayatta kalan
gazilerimiz azaldıkça bu heyecan da yavaş yavaş sönmeye başladı. O zamanlar
benim kuşağımdaki çocukların hepsinin o gazilerin ellerini öpmüşlüğü vardır. İyi
ki de öpmüşüz, bak, şimdi eli öpülecek kim kaldı ki? Daha
nicelerini görmüştür bu sokaklar. Biz ne yaptıysak hep beraber yapardık dedim
ya. Birlikte bu sokaklarda düğün dernek yaptık, hacı uğurladık, asker
gönderdik, asker karşıladık, sokakları kararttık, sokakları aydınlattık, sek
sek oyandık, maç yaptık, gazoz kapağı-cilli oynadık, komşuluklar yaşadık,
tankların da geçişini izledik, ellerinde çiçeklerle kızların da, sular altında
da kaldık, karlar altında da....Ama hep buradaydık, hep gördük ve
yaşadık...Şimdi geçmiş günler tarih, fotoğraflar anı, mekanlar tarihi, bizler
de ihtiyar olduk. Ama hala aklımda bir soru : Bizler miydik o sokakları yaşanılır
kılan yoksa eski sokaklar mıydı bizi hayata bağlayan? Çünkü şimdi ikisini de
bulmak zor.ASLIHAN CEYHAN/2012
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder