12 Şubat 2013 Salı

Zaman İçinde Atatürk Caddesinden Gelip Geçenler
















                Bir orta kahve yap da içelim kızım, şöyle gelene geçene baka baka…
                Bahar caddelere taşınmaya başlamış, misafir geldiği sardunya saksılarından belli.
                Hep şaşmışımdır karşı komşunun sakızına mesela. Yaz-kış hiç kuruduğunu görmedim, yerini çok seviyor besbelli. Neden dersen, sokağın karşısındaki evler Uludağ’a doğru bakar. Özellikle kışın azıcık güneş vurdu muydu, dağ’a çarpan güneş karlardan yansıyarak o cama da bir selam atar, bu yüzdendir ki çiçekler çok sever bu cam önlerini. Benim cam önü güzellerim de parmak ısırtan türdendir; gün boyu güneş alır, benimle sohbete koyulur, hayatıma yarenlik ederler. Baharda her yanı saran erguvanlarla, kışın beyaza bürünmüş yamaçlarla, güzde sarının bin bir tonuyla aşık atmaya çalışırlar... Tabii şimdilerden bahsetmiyorum-yıllar önceydi bu- ahşap evlerin apartmanlara dönüşmesinden, komşuların bir bir taşınmasından, bizim caddenin iş hanları dolmasından az biraz önce....
                Çakırhamam'dan Setbaşı Köprüsüne kadar geniş, boylu boyunca uzanan bir tarihtir Atatürk Caddesi. Burası şehrin atardamarıdır. Caddede bir zaman tüneli olsa da benim aklımda kalmayanları da anlatabilse sana. Bir yanında sıralanmış Maarif Müdürlüğü, Tiyatro, Tayyare, Ulucami, hanlar ve çarşılar diğer yanında Atatürk Heykeli, Vilayet, Adliye ve yamaçlar...Sonrasında değişen yapılar, sıvanan duvarlar, genişleyen binalar, yıkılanlar, yok olan bahçeler, yeni inşa olanlar, var oğlu varlar.. Benim aile yadigârı bahçeli, cam önü güzelli, yüksek tavanlı, geniş kapılı evim bu caddeye bakar işte. Ben kendimi bildim bileli buradayım. Burada doğdum, burada büyüdüm, bu caddeyi izleyerek kahvemi yudumladım yıllarca. Kış günleri kar tutmasını izledim sokakların, yaz günleri çocuk  cıvıltısını… Sonbaharda yağmur sel götürürdü sokakları, ilkbaharda çiçek bürürdü dalları. Anlatmaya ne hacet; bilenler bilir, şehrin en keyifli, en canlı,  en yaşayan caddesidir burası.
                Yaşayan derken, sokağın trafiği, insan güruhu veya kuru kalabalıktan bahsetmiyorum. Bu caddenin bir ruhu vardır. Hafif rüzgarda ağaçları hışır hışır eder, yaz gelince ağustos böceklerinin vızıltıları duyulur, ara sokaklarda gecenin sessizliğini bozan bekçi düdükleri, annesinin kolundan ayakkabı almak için dükkana çeken çocuğun ağlaması, taze simit çığırtkanlığı, önceleri parke taşlarda tıngırdayan fayton demirleri; sonraları yüksek seste kulak delen havalı korna sesleri…                Ara sokaklardan sesler yankılanırdı; yoğurtçu, sütçü, kalaycı, hallaç, sebzeci saatini kaçırmaz; buzcular yazı; boza ve salepçiler kışı; macuncu, dondurmacı, tahanlı pideci dört gözle bayramları beklerdi. Sütçümüz geçerken camdan o kibar sesini duyardım, hala kulaklarımda çınlar. Merkebine seslenirdi sütü çinkolu kabından koyarken "Ceylan'cığım, durunuz, bekleyiniz lütfen" diye. Yoğurtçu Sait Bey, omzunda asılı kaplardan kepçeyle taze yoğurt satardı, çaldığı çanı duyup kapının önüne inenlere.                Burada insanların birbirini tanıyıp saydığı gibi binalarla insanlar da birbirlerine aynı hürmeti gösterirdi. Ne demek o deme kızım. Öyle Heykelde üzerimizde bir paçavra, saçımız başımız bir yerde gezemezdik biz. Vilayetin, Adliye'nin önünden geçmek saygı isterdi. Heykel bir kültür, entellektüelite ve devlet simgesiydi sanki de biz de ona göre davranırdık. Gençlik Setbaşı'ndan Postane'ye yürüyüşler yapardı. Hep bir çeki düzen içinde. Herkes birbirini tanır, ona göre davranırdı. Tanıdıklarına hal hatır sorma, tanımadıklarına gözler ve baş ile bir selam atma. Hey gidi caddeler, hey gidi insanlar... Sokaklar dolar, sokaklar boşalırdı gün boyu ama gece oldu muydu çıt çıkmazdı, sokağın sakin uğultusundan başka...
                Bizim buraların çok daha hareketli günleri de olurdu elbet. İnsan güruhlarının sokakları doldurduğu, bir hengamenin, kalabalığın hareketlendiği; seslerin, bağırışların, çığlıkların, tezahüratların  duvarlara çarpıp yankılandığı, ne bileyim işte cıvıltının veya coşkunun hüküm sürdüğü anlar, günler, geceler... Bayram günleri, mitingler, yürüyüşler, geçit törenleri, seçim günleri, açılış ve temel atma törenleri, cenazeler, düğünler, yas ve anma günleri gibi. O vakit benim bu cam önüm bir beyaz perdeye dönüşürdü işte.      Anlatmaya başlasam -düşünsene- bir yılda kaç bayram, kaç yürüyüş, kaç kutlama olmuştur ve ben kaç tanesine katılmış, kaç tanesini görmüşümdür, penceremin önünden geçen ve şu an aklımda beliren. Fotoğraf albümlerini sandıktan çıkarıp bir bir bakalım: Yok o yeni olanı değil altta duran tahta kapaklı olanı, taa benim çocukluğumdan başlayanı. Heh işte o! Fotoğraflara bakınca aklımda bir bir canlanıyor her şey. Talebe iken her sene bir fiil içinde bulunduğum bayram geçit törenleri; mezun olunca yol kenarında izlediğim, sonraları çocuğumu götürdüğüm en nihayet torunumla katıldığım, son yıllarda ise sadece gazete sayfalarından takip ettiğim o bayram günleri ve gelip geçenler. Rap rap rap…
                Eskiden Cumhuriyet Caddesi'nden Setbaşı'na kadar yerler parke taştandı. Girik çıkık taşlar arasında vazife gereği yapmaya çalıştığımız hareketleri yaparken kimi zaman bileğimizin burkulduğu olurdu.  Sonraları yanılmıyorsam Vali Haşim Bey Setbaşı Köprüsü'nden Çekirge’ye kadar asfalt yaptırdı yolları. Temiz pak oldu, düzenli oldu ama inan sıcakta asfaltın üzerimize verdiği ısı, yağmurlu havalarda ise biriken çamur ve sudan dolayı galiba o eski parke taşlar en güzeliymiş diye düşünmüyor değilim.                İşte Cumhuriyet Caddesi'nde başlayan ve Setbaşı'na kadar süren geçit törenleri. Görüyor musun bak en ön sıradaki benim, bizim okulun geçiş sırası, yolun yanında annemler var onlara selam veriyorum. Şimdi sana basit geliyordur, bu kıyafetler, gösteriler, müzikler veya duyduğumuz o heyecan. Ama o günlerde her şey bir farklıydı. Çünkü biz talebeler günler hatta haftalar öncesinden hazırlanmaya başladık törenlere. Okuldaki bütün sınıfları renkli krepon kâğıtları, kağıt fenerler,  kedi merdivenleri, Atatürklü bayraklarla süslerdik. En güzel yazılarımızla şiirler yazar, panolara asardık. Bayram panosu en güzel sınıfa mükafatlar verilirdi. Süslemelerimiz 1 hafta boyunca duvarlarda asılı kalırdı. Bayram sabahı heyecanla uyanıp, okula gidip bahçede toplanır, bayram provalarını harfiyen yerine getirir, bando eşliğinde uygun adımlarla Cumhuriyet Meydanında Atatürk Anıtı önüne kadar yürürdük. Atatürk Anıtının önünde muntazaman yerimizi aldıktan sonra şehrin ileri gelenleri açılış konuşmalarını yapar, öğretmenlerimiz günün anlam ve önemini belirtir, hitabeti güçlü arkadaşlarımız Cahit Sıtkı’dan, Behçet Kemal’den, Dağlarca’dan çeşitli şiirler okur, merasimler yapardı. En son Atatürk Caddesi'nden geçişle Setbaşı'na doğru akar ve oradan dağılırdık.                İşin özü aslında bu kadardı ama detaylarda ne anılar, ne hatıralar, ne tebessümler ne mutluluklar vardı. Mesela Cumhuriyet Meydanı: Uzun ömrüm içinde geçirdiğim her bayramda farklıymış. O günlerde anlamazdık. Yerleri, çiçekleri, trafiği, etrafındaki binaları, meydandaki saati, gelip geçenleri, foto-şipşakçıları, simitçileri, köşe başları hep değişmiş. O zamanlar bir bizler aynı kalmışız, sonraları bizler de değişime ayak uydurup değişmişiz.                Şu 23 Nisan fotoğraflarına bak! Çoğunda hava kapalı ve yağmurlu. Ah ne üzülür ne üzülürdük eğer 22 Nisan gecesi yağmur başladıysa. Kimi vakit törenlerin iptal olduğu olurdu, kimi vakit serpiştiren yağmura rağmen devam ettiği. Ama çocukça sevinçler ve üzüntüler hep bayram yerinde olurdu. Tıpkı simitçiler gibi. Simitçiler üç bacaklı sehpalarının üzerine oturttukları saç tepsiler başlarında, bağırırlardı: “Eskişehir unundan, Devrengeç’in suyundan, yeni çıktı fırından, taze simit”. Hep beraber öğle saatinde simitlerimizi şanslıysak bir ayranla yoksa kuru kuruya yerdik.  Devrengeç suyu demişken şimdiki kütüphanenin olduğu yerde Devrengeç suyu vardı. Sıcak havalarda tüm arkadaşlar orda kana kana buz gibi su içerdik.                Bursa’nın meşhur delileri de vardı o zamanlar, herkes "deli" derdi onlara. Şimdi olsalar bir onlar akıllı derdim. Deli Ayten, Halil İbrahim ile Tarzan aklıma gelenler. Onlar her zaman bayram yerinde yerlerini  alırlardı. Bizim her sene değişen kostümlerimizin yanında onların ki hep aynıydı. Şaka bir yana, kostüm demişken, öğretmenlerimiz bu günlerde baş rolü oynayan artistlerdi bence. O gün bir başka şıklık içinde olurlardı. Aslında bizim döneminizde öyle kot pantolon, üzerine yün kazakla okula gelen öğretmen olmazdı. Birbirinden güzel ve bakımlı genç cumhuriyet kadınları çoğunlukla kendi diktikleri döpiyes takımlarını giyerler, boyunlarına Bursa ipeği fularlarını ve anneannelerinden kalma incilerini takar, bordo-kırmızı rujlarını bir dudaklarına bir yanaklarına sürer, saçlarını bir gün öncesinden bigudiler ile sarar merasimlere o şekilde gelirlerdi. Ayaklarından topuklu ayakkabıları, bacaklarından ipek çorapları eksik olmazdı. Nur içinde yatsın Melahat öğretmenimi okul günlerinde de hep o şıklıkta ve temizlikte görmüş, adab-ı muaşeret kurallarını hep ondan görüp öğrenmişimdir.                Biz öğrenciler ise merasimlerde gelin, köylü kızı, nene hatun, asker, efe, arı, papatya, üzüm, şeftali, izci veya tavşan olurduk. Bir de folklor gruplarımız olurdu. Erkekler haftalar öncesinden asker olmak için birbirleri ile yarışırdı. Kostümlerimizi annelerimiz ve teyzelerimiz öğretmenlerimiz ile birlikte dikerdi. Sağdan soldan bulunan artık kumaşlar; bir pazen, bir Amerikan, iki saten bir kostüm çıkardı ortaya. O güne özel annem yüzümü boyamama izin verirdi. Sedefli bir pembe ruj sürüp gelin olduğumu hiç unutmam mesela.                Okulların geçitlerinden sonra dansçılar ve kılıç- kalkan oyuncuları yerlerini alırdı. Küçük talebelerinin sempatik biçimde kazandıkları alkışları, büyük ağabey ve ablaları herkesi büyüleyerek kazanırdı.                Cumhuriyet Bayramı kutlamaları daha geniş katılımlı olurdu. Bizim için bu bayram bir  hürriyetti, doğuştu, geleceğe daha umutla baktığımız gündü. Gerçek anlamda bir bağımsızlık simgesiydi. Onun içindir ki bu bayrama bir gelin gibi hazırlanırdı sokaklar. Baştan sona al bayrakla dolardı dar sokaklarımız. "Yarın herkes bayrağını assın" diye kimse de söylemezdi bize. Bir gün önceden annelerimiz bayrakları çıkarır, yıkar, ütüler, gerekirse yamalar ve yerine asardı. Her bayram da önünde fotoğraf çektirirdik. Bayram sabahı anne, baba, kardeşler hep beraber hazırlanır erkenden elinde bayraklar, mahalleden kortej halinde Heykele çıkardık. Atatürk Caddesi'nin iki tarafını çoluk çocuk, nene, dede, anne baba, cümbür cemaat doldururdu Bursalı. 29 Ekim akşamı Cumhuriyet Baloları olur aile büyüklerimiz ona katılır, bizde sadece öncesindeki fener alayını izlemekle yetinirdik.                Ben hatırlamam ama annem hep 10. ve 15. Yıl kutlamalarını anlatır. Cumhuriyet’in onuncu yılı kutlamalarına çok büyük bir özen gösterilmiş, önceki yıllara nazaran halkın katılımının daha yüksek olacağı bir kutlama programı hazırlanmış. O günlerde Cumhuriyet Halk Fırkası bilhassa sene başından organizasyona başlayıp, binaların dışına levha ve afişler asılması, sinema ve tiyatro gösterileri tertip edilmesi, salonlarının o gün ücretsiz olarak nutuk, temsil ve konferanslara açık olması, şehirlerdeki komitelerin ayarlanması, bez bayraklar, okul müsamereleri vb. her kaleme ödenek ayırıp sonuçta da çok muazzam bir kutlama tertip etmişler.                 Bak kızım, tören veya bayram şeklinde anılan kutlamalar o toplumun ortak geçmişinden, geleneklerinden ve tabiatından doğar. Toplum birbirinden ne kadar uzaklaşır, sahip olduğu değerleri ne kadar kaybederse bu kutlamalar, törenler, bayramlar söner gider. Kimse bir araya gelip alkış bile tutamaz olur. Bizim kara günlerimiz, kötü zamanlarımız olmadı mı sanıyorsun? Bugünkünden çok daha fazla. O neşe dolu bayramların kutlandığı sokaklarda ne acılar da yaşandı. Ama o zaman da hep beraberdik.  Doktorların, öğretmenlerin, siyasilerin, mahallenin sevilenlerinin, halkın tanıdığı bildiği sevdiği kişilerin cenazelerinde de dolup taşardı Atatürk Caddesi. Bir de daha eskiler var. Ben hayal meyal hatırlıyorum bu caddenin hafızasındaki kara günleri. Ya çocuk aklımla gördüklerim ya da daha sonra büyüklerimin anlattıklarından aklımda kalanlar bunlar, ama bak 1-2 gazete kupürü kesip saklamışım o günlere dair. Sokakta oyun oynarken herhalde "Heykel önünde adam asmışlar" diye bir şey duymuş, koşarak oraya gitmiştik. 4 sehpada boyunlarına bir şeyler yazılmış asılı adamlar duruyordu. Daha sonradan öğrendim dağda eşkıyaymış asılanlar, sene ya 1934 ya da 1935'di. Bu aslında o güne kadar Cumhuriyet Meydanın gördüğü 3. İnfazmış. Ama biz yıllar içinde bu infazlardan çok gördük bu meydanda. O günlerde, hatta gece yarılarında binlerce meraklı kişi doldururdu bu meydanı. Meraklılar gelir, ipte sallananlar kalır, korkmuşlar meydanı boşaltırdı. Gelen geldiği gibi çıkamazdı senin anlayacağın buradan.                27 Mayıs sabahını hiç unutamam; bu evler, bu duvarlar, hele bu sokak da hiç unutamaz herhalde. Konu komşu, çoluk çocuk sokağa fırlamış sevinç çığlıkları atıyor "kurtulduk" diye bağırıyordu. Atatürk Caddesinde Tayyare Sinemasının üstündeki, Demokrat Parti il merkezindeki bayrak bir indiriliyor bir çıkarılıyor, toplanan halkı polis dağıtmaya çalışıyordu. Güya sokağa çıkma yasağı vardı ama daha önceleri sokağa çıkmayan herkes şimdi sokaktaydı.                Bir de meşhur kurtuluş günlerimiz. Bursa'nın düşman işgalinden, yunan mezalliminden kurtuluşu yani. 10 Eylül gecesini ve 11 Eylülü heyecanla beklerdik. 10 Eylül yatsı vaktinde temsili milislerin şehre inişini, pencerenin önüne geçip, çekirdeğimizi alıp izlemeye koyulurduk. Beklerdik ki Teferrüç tarafından gelecek olan milisler Namazgaha doğru insin oradan Setbaşı'na gelsin ve bizim önümüzden doğru geçerek Heykel önüne girsinler.  1. Milis kuvvetler Heykel önünde Maksem'den gelen 2.milis kuvvetlerle buluşup çeşitli mizansenler yaparlardı. Ellerimiz kızarana kadar alkışlardık bu müsamereyi.  11 Eylül günü oldu muydu muharip gaziler gelir, tüfekleri ile atışlar yaparlardı. Onları da biraz hayret biraz korku ama en çok da hayranlıkla izlerdik. Sonraları doğal olarak hayatta kalan gazilerimiz azaldıkça bu heyecan da yavaş yavaş sönmeye başladı. O zamanlar benim kuşağımdaki çocukların hepsinin o gazilerin ellerini öpmüşlüğü vardır. İyi ki de öpmüşüz, bak, şimdi eli öpülecek kim kaldı ki?                Daha nicelerini görmüştür bu sokaklar. Biz ne yaptıysak hep beraber yapardık dedim ya. Birlikte bu sokaklarda düğün dernek yaptık, hacı uğurladık, asker gönderdik, asker karşıladık, sokakları kararttık, sokakları aydınlattık, sek sek oyandık, maç yaptık, gazoz kapağı-cilli oynadık, komşuluklar yaşadık, tankların da geçişini izledik, ellerinde çiçeklerle kızların da, sular altında da kaldık, karlar altında da....Ama hep buradaydık, hep gördük ve yaşadık...Şimdi geçmiş günler tarih, fotoğraflar anı, mekanlar tarihi, bizler de ihtiyar olduk. Ama hala aklımda bir soru : Bizler miydik o sokakları yaşanılır kılan yoksa eski sokaklar mıydı bizi hayata bağlayan? Çünkü şimdi ikisini de bulmak zor.ASLIHAN CEYHAN/2012


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder