22 Şubat 2013 Cuma

Bursa Kitap Fuarı


Sahaflar Tüyap Bursa Kitap Fuarı'nda 09 - 17 Mart 2013
BU yıl Bursa Kitap Fuarı 
09 - 17 Mart 2013 tarihleri arasında yapılacak.
ve artık adet olduğu üzere sevgili sahaf dostlarımız da fuara iştirak edecekler.
onlardan tek isteğim biraz çalışarak gelmeleri. Bursa'ya gelirken Bursa malzemesini bol getirmeleri fakat fiyatları da makul tutmaları.
Bu Zeus'un yerinde olmasına benziyor.
Bursa kitapları, efemeraları Bursa'da olmalı, araştırmacıları kullanımına sunulmalı..
şimdiden duyurulur,
kitap dostları ile görüşmek üzere...
Sahaflar Tüyap Bursa Kitap Fuarı'nda 09 - 17 Mart 2013
(Fotoğraf: Tolga Gürocak)

Nazım'ın Tavukçuluğu

1950’nin Mart ayı.
Mecliste af müzakereleri yapılıyor. Hapishanelerde içten içe neşe, belli belirsiz de endişe.
Bursa Cezaevi tıklım tıklım. 600’den fazla mevkuf ve mahkûm var. İçeride herkes birbirleriyle şakalaşmaya, oyunlar oynamaya, Türküler söylemeye başlamış. Gardiyanlar bile mütebessimler. Gece sabaha kadar radyo başında nöbet tutuyorlar. Çıktı çıkacak af. Kap kacaklarını toplamış bazıları. Kimilerinin ise bavulu bile hazır. Ağır cezadan mahkûm olanlar ise akıl sağlıklarını senelerdir korumuş olmasına karşın şimdi kaybedecek kadar mutlular. Hapishane de bir de Nazım var. Nazım Hikmet.
8 Nisan’da açlık grevine gireceğini duyurmuş. Sütten ağzı yanmış bir kere yoğurdu üfleyerek yemek gayesinde. Saçları kırlanmış. Ama eli de dili de pas tutmamış.
Soruyorlar*.
-Hürriyete kavuşunca ne yapmak fikrindesiniz?
-Aman diyor, o zaman gelsin de bol bol konuşuruz.
Hürriyetin eşiğinde olduğu hatırlatılıyor kendisine.
-Peki diyor.
-Tavukçuluk yapmak niyetindeyim. Tavuk üretmek; he bir de 13 yılda dokumacılığı çok iyi öğrendim. Dokumacılık da yapabilirim şüphesiz.
-Peki ya yeni eserler verecek misiniz?
-Bundan sonraki eserlerim tavuklar, onalrdan toplayacağım yumurtalar belki de üreteceğim dokumalardır…
A.C

*30.Mart 1950 Cumhuriyet Gazetesi

21 Şubat 2013 Perşembe

Galiçya geleneğinin dijitale yansımış hali Mercedes Peon



2000 yılında Isué adlı ilk albümünü çıkaran sanatçı Kuzey ispanyadaki Galiçya bölgesinden.
Bölgenin tüm geleneksel öğelerini birleştirdiği müziğinde folk müziğini techno ve rock müzikleri ile öyle sihirli bir biçimde harmanlıyor ki büyülü bir dünyada geziyor gibi oluyorsunuz. Dilin bundaki önemi çok büyük. İspanyolca küfür etse bile kulağa çok hoş gelen fonetik’i çok kuvvetli bir lisan. Hoş, Mercedes de bunun farkında herhalde İspanyolcadan başka dil bilmiyor. Azıcık İngilizce bile!
Peon sahnede tulum, vurmalı çalgı, tef, zil, çubuk ve hatta demir parçası ve taş kullanıyor çeşitli sesler elde etmek için. Bu sesler ve ritim arasında da öyküsünü anlatıyor. Çok çok az İspanyolca anlayabildiğim için her şarkıda 1-2 yerde en azından ana fikri görebildim. Ama biraz daha dikkatli bir organizasyonda Peon ve müziği ile ilgili aydınlatıcı bilgiler verilebilirdi.
Bence büyülü bir müzikti. Konser performansı için ciddi zor bir müzik olmasına karşın Peon konseri 1 saat gibi kısa tutarak bu zorluğu aşmamızı sağladı. Kendini ifade edememekten ötürü sıkıntı da duydu. Çünkü anlatmak istediği geleneksel bir takım şeyleri müziğin içinde konuşarak ifade ediyordu ve biz bu olaya ne yazık ki “Fransız” kaldık.
Sesinde garip bir büyü var. Biraz ballad, biraz rock. Tüyleriniz ürperiyor kısacası. Dediğim gibi biraz zor bir müzik dinlemek için. Bu yüzden 1 saate bile tahammül edemeyen çok sanatsever oldu dün gece.
Karizmatik de bir kadın. Dazlak. Basit bir kot, bir kot gömlek ve postal giymişti. Sahne enerjisi ise bir o kadar göz kamaştırıcıydı.
Bir daha izler miyim diye sorsam. Konserde zor. Ama bir mekânda kesinlikle. Albümünü alır mıyım? Aldım bile. Seve seve de dinleyeceğim.

Ben tavsiye derim. Keşke kaçırmasaydınız. He birde konserden sonra Piraye’nin terasında oturup bir kadeh kırmızı şarap da içseydiniz. Karşılaşırdık.
Nilüfer Sanat’a teşekkürler..
(fotoğraf kaynak: bendengecenkikayeler.blogspot.com )
Ulaşılabilir, basit ve üretken oldukları için.
A.C

16 Şubat 2013 Cumartesi

Bursa'da işgal yılları üzerine bir makale


                Her karış vatan toprağımızın olduğu gibi, Bursa işgal yıllarını çok acı tecrübe etmişti. Bursa'da yaşanan acı ne Bursalıların ne de Türklerin acısıydı. Beraber yaşayan iki toplumun, aralarından olmayanlarının açtığı ateş altında verdikleri hayat mücadelesinin bakiyesiydi. Dinmeyecek, bitmeyecek ve anlatılamayacak bir yaraydı işgal. Tarih kitaplarını, hikayeleri, günlükleri, romanları dolduran sayısız bahtsız anılarla dolu bir süreçti bu. Hala konuşuyoruz, hala yaşıyoruz ve yaşayacağız. Anlatacağız da... "Bu şehirdeki mezalim tarih incelemelerinin dışında konuyla özel olarak ilgilenenlerin ulaşabilecekleri gazete sütunlarındaki yazılarda ve sınırlı sayıdaki edebî eserde karşımıza çıkmaktadır". Edebiyatımıza yansıyan işgal günlerini ve mezalimi okumak isterseniz Alev SINAR'ın "
BİR ŞEHRİN EDEBİYATA YANSIYAN ACI HİKÂYESİ:  MİLLİ MÜCADELEDE BURSA " adlı makalesinden başlamanızı öneririm. bu makale size güzel bir kaynakça olacak ve bundan sonraki okuma programınıza yeni eserler ekleyecektir. makalede geçen her edebi eseri tek tek okumayı arzu edeceğinizi umarak, iyi okumalar dilerim...
Öz'den:
"Bursa’nın işgal süreci sadece tarih incelemelerine yansımamış, o ateşten
günleri yaşayanların kalemleri vasıtasıyla edebiyata da aksetmiştir. Şehrin işgal
öncesi durumu, işgali ve kurtuluşu doğrudan doğruya belge niteliği taşıyan
komisyon raporlarından ve meclis zabıtlarından takip edilebileceği gibi gazete
yazılarında, hatıralarda, hikâye, roman ve şiirlerde de yansımasını bulmuştur. Bu
yazıda, Osmanlı’ya başkentlik yapmış ve Türk-İslâm kültürünü somut bir şekilde
yansıtan bir şehrin Millî Mücadele içindeki acı hikâyesi edebiyatçıların
gözlemlerinden yola çıkarak aktarılmaya çalışılacaktır" Alev Sınar.
İçinden:
                “Bursa’da bir tütün tüccarı Petro Avramidis vardı. Bu,
beraberinde üç kişiyle birlikte Beşevler’de konaklayan Albay Cirolis’e gitti,
şehrin teslim olduğunu bildirdi. Albay da Bursa’yı işgal ettirdi. Petro
Avramidis’le bir Yunan Binbaşısı Belediye önüne geldiler. Buradakiler,
balkondan beyaz bayrak sallandırmışlardı. Biz seyrediyorduk, ağlamaya
başladık…”(Akkılıç, 1997: 298)
                “Bursa’da kelleleri ağaçlara asarmış bunlar. Kestane ağaçlarına.
Sıra sıra kelleler. (...) Ecnebi gazeteciler köylere girip çıkarak rapor
tutarlarmış. Yunanlıların kaç kişiyi katlettiklerine dair... Yunanlılar
bizimkilere türlü türlü işkenceler ederlermiş. Gözlerini oymaktan tut,
şurasını burasını kesmeğe kadar” (Çokum, 1993:363).
                “Bursa bizim ikinci Kabe’mizdi. Cedlerimiz, padişahlarımız,
sanatlarımızla taşlarına, topraklarına kadar Türk olan Bursa şimdi
hainlerin elinde çarmıha gerilen, bin yarasında bin sızı, sabırlı bir
Mesih’den başka bir şey değil.
Bursa ne silahlı bir şehirdi, ne de askerdi. Bursa Keşiş'in eteğinde
itikâfa çekilmiş vecd içinde derin bir sanatkâr, bir abiddi. Medeniyet
dünyasının bizi terbiye etmek için (!) silahlandırarak memleketimize
salıverdiği Yunan çocukları kim bilir ona neler yapmışlardır!
                “Ya Yeşil Bursa? Kuvvetimizi ilk denediğimiz, istidâdımızı ilk
gözümüzün önüne koyduğumuz o ced ve anane toprağı Bursa...
Heyetin, Türk kuvvetinin ve Türk güzelliğinin meydana konmuş ilk
sergisidir. Kıyamete kadar da öyle kalsın inşallah!
Devlet kuran Osman; ordu kuran, kale, kıta alan Orhan; mülkler
zapteden, Edirne’ye de senin gibi Türk sîmâsı çizen Kosova şehidi
Hüdâvendigâr; Yıldırım’ın oğlu, ikinci müessis, Çelebi Mehmed sende;
Muradiye sende, eşsiz Yeşil Cami sende, Yeşil Türbe sende...”
                "Artık yalnız eli silah tutanlar değil, beş on okka yük taşıyabilecek,
bir kağnının öküzlerine embel dürtebilecek çocuklar ve kadınlar da cihada
akıyordu. Daha şimdiden isimler çıkmıştı ortaya; Kara Fatmalardan, Ayşe 347
onbaşılardan, Pembe çavuşlardan bahsediliyordu. Kadınlık ilk defa
şehadet ve gaza mertebelerine ermişti.”(Buğra, 2000:141-142) 
                “Bizim Mektep, hususi bir mektepti. Zehra Abla adında biri
açmıştı. (…) Bizim Mektep, Bursa mıntıkasında kalan gizli milli
mücadelecilerin uğrağı idi. Orada toplanırlar, Ankara ile oradan
yazışırlardı. İstilâ kuvvetleri bunu şöyle böyle haber almışlar ve Zehra abla
aleyhine deliller toplamışlar ve bir gün kızcağızı yaka paça edip prangaya
vurmuşlardı. Kurşuna dizileceği söylendi. Sonra Girit zindanına
gönderildi.”(Aka Gündüz, 1945: 151)
                “Gazi’nin Bursa’ya ilk girişini seyrettim. Bu, bende feci, elîm bir
hatıra uyandırdı. Birkaç sene evvel Franşe Despre adında bir Fransız
kakavanı da İstanbul’a şatafatla girmişti. O girişle bu giriş,  hayalimde
karşılaştı. Yahudi palelerinin bile alay ettikleri o girişle, cihanın parmak
ısırdığı bu giriş arasındaki fark ne azametliydi!” (Aka Gündüz, 1943: 157)

U.Ü. FEN-EDEBİYAT FAKÜLTESİ
 SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ 
 Yıl: 8, Sayı: 13, 2007/2

13 Şubat 2013 Çarşamba


KAPAKLARDAKİ ULUDAĞ


Çoğu zaman hızlı bir göz gezdirme sonrasında çöpe atılan kirli beyaz - sarı sayfalar…
Hayatın içinden günleri, haftaları, ayları ve yılları belgeleyen; dolu dolu satırları, rengârenk kapakları, arka sayfalarında bulmacaları, iki satır ciddi memleket meselesi yanında sayfalar dolusu ıvır zıvırları, duygusal, maceracı ve bazen de dedikoducu dostlar onlar.
Kitap kadar itibar görmedikleri, televizyon gibi takip edilmedikleri, radyo kadar ses getirmedikleri aşikâr olsa da, Pazar günlerinin vazgeçilmez misafiri, okuma koltuklarının eşsiz yaveri ve sıkıntılı zamanların eğlencesi olmadıklarını kim söyleyebilir.
Dergiler, süreli yayınlar, ekler, Pazar ilaveleri… Siz nasıl derseniz artık!
Akşam iş dönüşünde, durakta otobüs beklerken, gazete bayisinin camından gözüken büyük puntolu manşetleri, çekici bir aktris fotoğrafı veya şahane bir deniz manzarası ile döşeli kapakları çoğu zaman alıp bizi götürmez mi? Hayal meyal, diyar diyar…
Beni de böyle alıp götürdü işte kütüphanemin raflarından elime geçen 1930’lardan kalma bir dergi. Aslıhan Pasajında bir sahafta, büyük bir koli içinde diğerleri gibi kaderine tek edilmiş ve hasbelkader günümüze ulaşmış bir “7 Gün dergisi”.
Kapakta kayaklarını omzuna yaslamış güzel bir kız, fonunda kayak yapan adamlar…
Dışarıda lapa lapa karın yağdığı ve Uludağ’ın bütün ihtişamı ile Bursa’ya kol kanat gerdiği şairane bir gün…
1930’lardan günümüze misafirim olan yorgun ama neşeli, sararmış ama renkli dergim…
Özlem dolu bir saat beni bekliyor.
Kapağı uzun uzun inceledikten sonra, Cemal Kutay’ın kaleminden okuyorum kapak devamını…

Resim 1:Tahta kayakları gördünüz mü? 7gün dergisi kapağı 21 İkinci teşrin 1939


“DAĞ DENİZ KAR ORMAN ULUDAĞ” YEDİGÜN 21 İkinci teşrin 1939[1]
Kış geldi artık. Hayatı takvim yaprakları üzerinde sayan dünkü neslin insanları, belki şimdiden ilkbaharı özleyerek cemreleri hesaplamaya başladılar. Bugünkü nesil ise elinde kayağı, tepelerin üzerinde kar irtifaının adaleleşmiş vücudunun taşıyamayacağını hesaplayarak mayosunu hazırlıyor. Fakat üzüntüye ne lüzum var? Bütün coğrafya kitaplarının tekmil hususu ile anlatmak için aciz duyduğu hakikati hatırlayınız. Türkiye küçültülmüş bir cihandır. Bu cihanın her köşesinde bütün sihirli haliyle bahar yaşarken bir tarafında yazın kavurucu, sıcak yüzü, bir tarafında sonbaharın olgun, fakat yaşlanmaya başlayan bir kadın ağırlığı ve hüznünü taşıyan çehresi, bir tarafta kışın sert ve haşin varlığı hüküm sürer. Tabiat bu topraklar üzerinde yaşayan milletin yeryüzünde insanlığı temsil ettiğini düşünmüş ve ona anavatan olarak küçültülmüş bir cihan hediye etmiştir.

Resim 2: Ormanı, denizi, dağı, kuzusu, kar’ı… Bursa’nın Uludağ’ı.7gün dergisi

Tabiatın en heybetli varlığının dağ olduğunu nasıl inkâr edebilirsiniz. Dağ insan varlığının tabiatta karşısına çıkan en canlı bir kuvvetin timsalidir. Hayatı kendisine gaye edinen insan için bu mücadelede yenilecek en büyük kuvvetlerden birisi dağdır. Dağ yolları uzatır, dağ bir ovanın düzlüğünden uzak yalçın bir duvar olur. Dağ kalpleri gönülleri birbirinden ayırır, dağ daima önümüze çıkar, dağ her zaman aşmak zorunda olduğumuz yer, ona çıkarken bile secde eder gibi öne büküldüğümüz en çetin bir kuvvettir.
Bir Türk olarak dağ kelimesini anarken Uludağ’ı nasıl hatırlamazsınız? Fakat Beynelmilel Avcılar Birliği reisi Kont Maxim de Krok diyor ki: Uludağ’ı görmeden ve gezmeden Türkiye’yi gezmiş ve görmüş sayılamazsınız!
Yeni yeni ciddiye alınmaya başlanıyor turizm meselesi besbelli. Aydınlar kafa yormaya başlıyor, dünya ile mukayese edilmeye başlanıyor her yapılan.
O günlerde 7 Gün, Hayat, Modern Türkiye, Bütün Dünya vb. gibi dergiler toplumumuzun ekonomik, sosyo-ekonomik, politik hatta ideolojik yapılanmasında etkili olmuş, zihinlerdeki mesafe olgusu yeniden biçimlendirmiş, dünyada uzakları yakınlaştırmıştır. Gittikçe artmaya başlayan okuma yazma oranı ile birlikte 1930’lu yıllarda yaygınlaşmaya başlayan yeni harfli Türkçe haftalık magazin ve kadın dergilerinin tirajları da yükselen bir grafik çiziyordu. Hal böyle olunca da magazinsel- sosyal dergicilik, toplumumuzun hayat tarzını etkilemeye başlıyor, batılılaşma ve modernleşmeye yönelik yayınlar da dikkat çekmeye çalışıyordu.
1930'lu yılların magazin dergilerinin en önemli özelliklerinden biri, Avrupa’da yaşanan şaşaalı hayatı tanıtmak, özellikle kadınların kıyafetinden ailedeki konumuna, uyulması gereken adab-ı muaşeret kurallarından, görgü konularına ve cinselliğe kadar “batılılaşmayı” tüm kadınlara yaymaktı.
İşte tam bu sıralarda, dünyayı kasıp kavuracak 2. Dünya savaşının etkileri başlamadan bütün dünya basını olimpiyatlardan, sporculardan bahsediyor, Alplerdeki kayak müsabakaları dergi sayfalarını işgal ediyor, hatta Avrupalı jet sosyete kadınların nasıl kayak yaptıkları mevzusu tüm dergilerde yer alıyordu. Turizm ve kayak sıkça telaffuz edilen bir konu halini almış, bizim yeni yetme dergiler de bu konuya kayıtsız kalmamak istemişlerdi. Bu dergilerden biri de Celal Ergun’un sahibi olduğu “Modern Türkiye”[2] idi.
Masmavi bir gökyüzü ve Uludağ’da beyaz karlar üzerinde kayak yapan kadın resmi derginin 24 1. Kanun 1938 sayısının kapağını süslüyordu.

Resim 3: Modern Türkiye” adlı derginin 24 1. Kanun 1938 sayısı kapağı

Uzak Şarkta Neler Var? Bir Günde 5 Evlat Doğuran Ana, Ana Sevgisi, Güzeller Seçilirken, Madam Atina’nın Tuzağına Düşenlerden Şükran Anlatıyor, Dünyanın Biricik Yüz Boyacısı “Maks Faktor”, Genç İstidatlar, Ecnebi Karikatürleri diye akıyor iç sayfalar.
“Modern Türkiye” adı üstünde: 1940'lı yıllarda Türkiye’de daha önceden hiç duyulmamış konulardan bahsediyordu. Bu arada da yine batılı akranları ile mukayese edilen gençler bir yazarımızın diline fena düşüyordu. Başı dumanlı Uludağ’ımız da bu eleştiri yazısına vesile oluyordu.

Resim 4: Bir ski partisinde karlar üzerinde mola veren iki arkadaş. Modern Türkiye 1938


“SIHHATLİ İNSANLAR İÇİN KARAKIŞ BİLE NEŞE KAYNAĞIDIR”[3]
Dünya gençliği karlı dağlar da birbirleri ile yarışa girişirken bizim hala Arnavut kaldırımlarında kızak kaydırarak yahut köşe başlarında kartopu oynayarak kış geçirmemiz biraz değil, hayli garip ve hazindir.
Birçok memleketlerde yalnız gençler ve sporcular değil, orta yaşılar, hatta ihtiyarlar bile kışı iple çekerler. Ve şehirlerin sıcak ocak başlarından, kaloriferli odalardan kaçarak soluğu karlı teperlerinde alırlar. Orada açık havada sporun envaini yaparlar.
Bir de bizim halimizi düşünün: Her sene dinler dururuz: Uludağ’da kayak sporları…
Kaç kişi Uludağ’a çıkıyor? Bunların sayısı yıldan yıla ne kadar artıyor? Haberimiz bile yoktur. Diğer taraftan yalnız Uludağ yeter mi?
Şu anda Avrupa’nın her tarafındaki karlı dağlarda sıhhatli, dinç, gürbüz, gençler neşe içinde spor yaparlarken… Bizim hatta bir Uludağ’ımızda bile cinlerin cirit oynadığından şüpheniz olmasın!
Bu sayımızın kapağını süsleyen resme bakın, sonra bir ski partisinde karlar üstünde mola veren iki arkadaşa bakın ve söyleyin:
Yurdumuzda kış sporlarının bugünkü uyuşukluğundan kurtulmasını ve layık olduğu canlılığa kavuşmasını isteriz! Demekte hakkımız var mı yok mu?
Yazarı belki bu eleştirisinde haklıydı, Uludağ’da kayak yapmak gerçek bir sıhhat kaynağıydı. Fakat Cumhuriyetinin henüz emekleme safhasında olan, “Yeni Türkiye”de ise halkın kar yağdığında tek derdi ısınma sorunuydu ve kimsenin aklından boyu geçen karlarla örtülü dağlara kışın çıkmak geçmiyordu.
Birkaç deli yürek dışında…
Öğrenimi Fransa’da yapan Şaban Örnektekin 1924 yılında “tek başına sırtında çadır dâhil, battaniye, yiyecek, içecek,40 kiloluk bir sırt çantası taşıyarak ve iki kayak omzunda, yaya olarak Temenyeri, su depoları, Elma Çukuru köyü ve sonra ne Büyük Otel ne Kayakevi ne de bir tek sığınak bulunmayan bom boş Uludağ’a çıkmayı başarmıştır”. Ancak, kötü hava şartları altında en büyük hayali olan zirve tırmanışını gerçekleştiremeyerek birkaç günlük kayak sonrasında Bursa’ya geri dönmüştür”[4]
Zirveye çıkma hayalini gerçekleştiremeyen bu deli yürek en azından bazı kapıları açacaktır elbet!
9 yıl sonra başka bir sporcu, Spor Teşkilatında çalışan bir atletizm koçu olan Abraham kayaklarını kâh sırtlayarak, kâh ayaklarına takarak 1933 yılında tek başına Uludağ’a çıkmıştır. Uludağ’ın doğal güzelliklerine ve kayağa uygun yapısına dikkat çekmek isteyen sporcu, bol bol fotoğraf çekerek bunları Vali Fatin Güvendiren’e gösterip, Uludağ’ın Alplerden bir farkı olmadığını izah etmiş ve dağda mükemmel bir şekilde kayak sporunun yapılabileceğini anlatmıştır.

Resim 5: Kayak sporuna iştirak edenler.

Kulaktan kulağa yayılan bu haber, İstanbullu macera tutkunu bir kafileyi Bursa yollarına düşürür.
İstanbul Valisi Muhittin Üstündağ ile arkadaşları, kayak kaymak gayesiyle, 1933 yılı Nisan ayında 30 kişilik bir kafile halinde Uludağ’a çıkarak bir hafta kadar kalmışlardır. [5]
Bu haberi İstanbullulara duyurmak görevi yine 7 Gün dergisine düşmüştü. Dergi 11 Nisan 1934 yılındaki 57. sayısında İstanbul'dan Uludağ'a olan yolculuğu, 17 Nisan 1934 yılındaki 58. sayısında ise Uludağ'da kayak sefasını ayrıntılı olarak anlatmış ve birbirinden ilginç fotoğraflar ve metinlerle belgelemişti.[6]
Bu macera, Yazar Naci Sadullah ve foto muhabiri Herr Kravze'nin, Yalova iskelesinde “omuzlarında skileri, bastonları, sırtlarında çantaları, ayaklarında golfleri, kalın çorapları, yol pabuçlarıyla" Uludağ'a kayağa gitmekte olan İstanbullu kayakçılarla karşılaşması ile başlayıp, beraber zorlu bir Yalova-Bursa otobüs yolculuğu ile devam eden ve Uludağ'a ulaşım, kayak ve dönüş anıları ile son bulan eşsiz bir hikâyedir. Sayının kapağı ise yine şahane Uludağ fotoğrafları ile donatılmıştır.
Resim 6: Uludağ’da kayak yapan “maceracı grup” ve eşsiz dağ manzaraları.7 Gün dergisi kapak sayfası

Muzip yazar, bu macerayı eğlenceli bir dille okuyucuları ile buluşturur (muhakkak okuyun tavsiye ederim). Yalova-Bursa hattı otobüsünün berbat yollardan geçmesinden helak olan yazar, fazla yağlarını eritmek için bin bir yola başvuran tombul hanımlara, bu otobüsleri tavsiye ederek, "Bir defa gidip gelirlerse yontulmuş ince bir fidana döneceklerini" söyler... Tevfik Halis ise gülerek "Monşer, bu otobüs adam nakletmekten başka işlere de yarar, burada biraz süt koysak Bursa'ya gidene kadar çalkalana çalkalana tereyağına kesilir" diye cevap yetiştirmekte geç kalmaz ve yolculuk bu şekilde zor ama eğlenceli geçer.
Resim 7: İstanbul’da Uludağ’a yazı serisi ile “Türk gazeteleri arasında ilk büyük röportaj serisini Yedigün temin etmiş oluyor”. Büyük fedakârlıklarla hususi muhabirini ve fotoğrafçısını Bursa’ya gönderen dergi, gazete röportajcılığına yeni bir cephe vermek ister. “okuyucularımız bu seriyi büyük bir alaka ile takip edeceklerdir” diye ümitlenerek…

Bursa’ya vardıklarında epeyce yorulan grup, ertesi gün CHP binası önünden kalkan ‘kaptıkaçtı’ ile Uludağ’a gitmek için yola çıkar. 9 kişidirler: Fotoğrafçı Herr Kravze, kayak öğretmeni Herr Riedel, Dağcılık Ve Kayak Sporları Kulübü Reisi Can, kâtibi Umumi Saim Bey (Altıok) ve Saim beyin baldızı muallim Muzaffer hanım...
Resim 8: Uludağ’a çıkarken verilen mola 7 Gün dergisi

Yoldaki güzellikler karşısında adeta dilleri tutulur.
Karabelen’e kadarki yolculukta içlerinden geçtikleri orman örtüsü, yol kenarından akan dereler, belirli bir irtifadan sonra yaşadıkları “bulutların üstündeymiş hissi” bu gurubu kaptıkaçtının içinden alıp başka hülyalara götürür. Bu sonsuz beyazlık ve berraklıktan şehirlerin siyah ve dumanlı havasına nasıl dönecekleri konusunu konuşmaya başlarlar…
İmdat evine ulaşan ekip, Herr Riedel önderliğinde skilerini takıp kayak yapmaya başlarlar. Antrenörün “sürünün sürünün” demesi üzerine çok bozulan Tevfik Halis, “kadınlara bahane bulduğumuz gibi davranmam” diyerek öncelikle güneş kremini sürmeyi esprili bir şekilde reddederek daha sonra kızgın güneşin yakıcı etkisinden korunmak için kremlerini sürünürler.
Kayak boyunca Herr Riedel kayak severleri hem eğitir, hem güldürür, hem de epeyce zorlar. Kayak bitip İmdat evine dönen bu maceracı grup, bitkin bir şekilde şöminenin başında dinlenmeye geçerler. Bu arada güneş kremi çok da faydalı olmamıştır anlaşılan…
“Sabah başlıyor… Güneş başlıyor… Hayat başlıyor… Tabiat beyaz hotoz ile vakur bir gelin gibi yükselen Uludağ zirvesinin etrafında emsalsiz bir düğün yapıyor. Hepsinin vücutları, aylarca kızgın güneş altında banyo yapmış gibi yanık… Parafinli kayakları üzerinde, saçları dalgalanarak aşağılara doğru süzülen genç kızlar, bu kılıkları, bu halleri, bu tabii edalarıyla balolarda dekolte gece elbiseleriyle vals oynadıkları zamanlardan çok daha sempatik… Balo gecelerinin bulanık havası içinde olduğu gibi maddi arzuların ve ihtirasların membalarını tahrik etmiyorlar.”
Sempatik? O dönemde “erotik” kelimesin karşılığı idi herhalde…
“Kaymak öyle kolay ki… Muvazeneyi temin edebildiniz mi burunları efzon çarıkları gibi kalkık skiler karda kürekleri iyi çekilen Venedik gondolları gibi süzülüyor.
-Ya muvazeneyi temin edemezsek diye meraklanmayın. Çünkü düşmek, kaymaktan daha kolay.”
Resim 9: Ya muvazeneyi temin edemezsek diye meraklanmayın. Çünkü düşmek, kaymaktan daha kolay
Uludağ'ın ünü her geçen gün artıyordu. Duyanlar duymayanlara, görenler görmeyenlere anlattıkça ünlü simalar, politikacılar, sanatçılar veya sosyete grupları Uludağ'a gelmek için çeşitli programlar yapmaya başlıyordu. 
Resim 10: “İstanbul’dan Uludağ”’a yazı serisinin 2. Kısmını “Bursa’da Yedigün Kayak Sefası” takip etmektedir. 

28 Nisan 1933 yılında İhsan Celal Antel ve on arkadaşının Bursa Dağcılık Kulübünü kurması, kulübün teşebbüsü ile 1935 yılında Kayakevinin yapılması ile artık İstanbul Uludağ’a akın etmeye başlamıştır.[7] Dağın popüler olmaya başladığı bu yıllarda, ilk Türkiye ve Dünya güzelimiz Keriman Halis Hanımefendi de 1934 yılı kışında Uludağ’a teşrif etmiş ve basın da bu olaya geniş ölçüde yer vermiştir. Keriman Halis, Bursa'ya geldiğinde Bursa Dağcılık Kulübü’ne üye olduktan sonra bir grup ile dağa çıkarak kayak yapma fırsatı da bulmuştur.
7Gün dergisi Dünya’nın iki harikasının buluşmasını  Musa Ataş'ın kaleminden okuyucuları ile paylaşmıştı.
Musa Ataş'ın kalemi bu haberde fena çoşmuş, kanatlanmış hatta uçmuştu...Bunun tek açıklaması olabilirdi..Hayranlık belki de aşk... Keriman Hanım’a mı dediniz? Yok canım ULUDAĞ’A…. Uludağ’a…
“Meğer tabiatın özene bezene yarattığı iki güzelliği bir arada görmek kadar zevkine doyulmaz bir şey yokmuş…
Diyebilirim ki: bugün Uludağ efsanevi bir dağ değil, sahiden bir cennetti, Keriman Hanım da bu cennete layık bir huri… Yürürken onun ayaklarını; gökyüzünün rengini görmekten morarmış koyu mavi mineler sarıyor, başının üstünde ırmakların koyu yeşil derinliklerini andıran zümrüt gibi yeşil çam dalları titreşiyordu.
Bize öyle geliyordu ki; Uludağ bugün Keriman için makyaj yapmış ve bir kat daha güzelleşmişti. Hatta kartal yuvalarının üzerinde hırçın rüzgarların sık çaldıkları korkunç şahikalar bile bugün, eşini görmediğimiz mahmur bir güzellik ve hiç rastlamadığımız tatlı bir rehavet içinde idiler.”[8]
Resim 11: [1]Keriman Halis kayakların üzerinde dinlenirken (Fotoğraf;Akın Altıok arşivi)


Yıllar geçtikçe BDK üyelerinin çabaları yerini buluyor ve 1938 yılı kışında 3000 kişi Uludağ’a tırmanıyor.
Resim 12:D.S.K, İ.H Alpan, İpek Mektebi Müdürü T Yetmen, İ.C Antel, Leyla Antel, Saim Altıok, Keriman Halis Ece, Musa Ataş(Fotoğraf;Akın Altıok arşivi)

1940’larda kayakçılar kayakevinin konforu ile yetiniyor...
Bursa’da klüp üyelerinin ve kayakçıların sayısı artıyor, hatta usta kayak yapan kadınların fotoğrafları dergi ve gazetelerin sayfalarını süslemeye başlıyordu. Uludağ, kayak sporu ile özellikle Bursalı bir kısım kadının modernleşmesini, batılılaşmasını ve sporcu olmasını sağlıyordu.
Resim 13: Kayak yapan kadınlar. altta öğretmen H.Muzaffer Kalkan, 1934 (Saim Altıok’un baldızı), üstteVali bey’in kerimesi, 1934 (soldaki fotoğraf; Akın Altıok arşivi)

1950’lere gelindiğinde Uludağ kelimenin tam manası ile “hit”olmuştu. Özellikle yeni açılan ve modernleşen otellerini İstanbullu zenginler dolduruyordu.
Resim 14: Avrupa’dan kayak manzaraları.

1958 yılı Hayat Mecmuası, Uludağ'a ilk ciddi çıkış olan 1933 yılına ait maceraya gönderme yaparak 1958 yılı ilk çıkışını Sami Güner’in enfes fotoğraflarıyla okuyucularına anlatıyordu.
Resim 15: Kayak yapan kadınlar, Büyük gazete 25.Şubat 1935 No:18 

“1933 Nisan ayında Uludağ’ın 2000 metre yükseklikteki otelinin bekçisi karşısında dört kişi görünce şaşırıp kaldı. O güne kadar Uludağ’a kar mevsiminde çıkan olmamıştı. Herkes yazın gelir, otelde kalarak dağ havası alırdı. İleride kurulacak İstanbul Dağcılık Kulübünün nüvesini teşkil eden bu dört kişilik kafile ile Uludağ’da kayak sporu da başlamış oldu… O günden beri memleketimizde kayak sporunda hatırı sayılır bir mesafe kat edilmiştir. Dağcılık ve kış sporları federasyonu teşekkül etmiş, başta İstanbul olmak üzere muhtelif bölgelerde dağcılık kulüpleri kurulmuştur. Uludağ ise Aralık ile Nisan arasında sayısız sporcu kafilelerinin rağbet ettiği Avrupai bir kayak istasyonu halini aldı. Otel genişletildi. Kalorifer konuldu. Bir kayak evi ve tepeye sığınaklar yapıldı. Nihayet eski bir kayakçının yaptırdığı “Odunpalas” ile de Uludağ 250-300 kişiyi barındıracak hale geldi. Bu sene Uludağ’a ilk kayakçı kafilesi Aralık ayının sonlarında çıktı.”[9]
Resim 16: Uludağ, büyük küçük demeden herkesi kendine çekiyordu. 1967 Hayat Dergisi kapağı

Globalleşen dünya, buna ayak uydurmaya çalışan Türkiye, Avrupa’ya kapılarını açan Bursa…1950’ler ve 60’larda artık Uludağ, “kışın” olmazsa olmazı.
Resim 17 :Çıkış: Kafile bir sıra halinde Kirazlıyayla’dan yola düşerek 1 saat 50 dakikada 2000 metreye vardı

Resim 18: Otel Ve Zirve: Yamacı dönüp de karla örtülü zirveyi ve oteli görünce Uludağ’a ilk defa çıkanlar neşe ile gülüp konuşmaya başladılar. Çekilen zahmete değmişti.

Resim 19 Mola: Herkes kısa bir istirahatı hak etmişti. Kayaklar ayaklardan çıkarıldı. Uludağ’ın yakıcı güneşi ve berrak göğü altında önlerine serilen nefis manzarayı seyre daldılar. Sonra tekrar kayaklar ayaklara geçirildi. Nefis yemekleri, sıcacık salon ve odaları ile kendilerini bekleyen büyük otele doğru inişe geçtiler.

Resim 20: Ustalar Ve Acemiler: Ertesi sabah güneş ilk ışıklarını yamaçlara sererken Uludağ yeni bir güne hazırlanıyordu. Kahvaltıdan sonra herkes dışarı çıktı. Toplu halde kayakçılara talimat verildi. Kimi tekerlendi, kimi düşüt kimi kaydı. Ustalar bol bol hünerlerini göstererek kurtlarını döktüler. Herkes hayata yeniden doğmuş gibi mesut, neşeli ve bilhassa sıhhatliydi.

Sadece İstanbul sosyetesi değil, artık Ankara, İzmir ve bütün Marmara bölgesinden, yakın Avrupa ülkelerinden, bazı Arap ülkelerinden misafirler, hatta çeşitli kolej öğrencileri de kış tatillerini Uludağ’da geçirmeye başlıyor, otellerde “rekabet” kelimesi telaffuz ediliyor.
Bu arada Kayak Federasyonu, BDK ve bireysel katkılarla düzenlenen Milletlerarası Uludağ Kupası kayak yarışları“o günün koşullarında” görkemli geçiyor.
Resim 21:Uludağ 8. Defa uluslar arası kayakçıları ağırlıyor. Hayat Mecmuası 

“Ilık bir bahar havası bütün yurdu kaplarken 1967 Uludağ kayak mevsimi heyecanlı bir müsabaka ile kapandı.
Türkiye Kayak Federasyonu tarafından tertip edilen Uludağ Kupası kayak yarışmalarının bu yıl yapılan 8.sinde Türk, Fransız, İtalyan, Yugoslav, Lübnan, Bulgar ve Avusturyalı kayakçılar katıldılar. Geçtiğimiz hafta Uludağ’da yapılan yarışmalar iyi bir organizasyonla ve müsait hava şartları içinde yapıldı ve zevkle takip edildi. Tecrübeli ve şöhretli misafirler arasında kayakçılarımız derecelere giremezken, Fransız Alain Penz slalom ve büyük slalomda birinci gelerek bu yılın şampiyonu oldu.
Fatintepe-Mandıra arasındaki 450 m. Mesafede yapılan ve 30 kayakçının katıldığı slalomda ilk 3 şöyleydi
Penz-Fr. 94.1; J.Augert Fr. 94.3; E.Demetz-İtl. 97.5
Bizden en iyi dereceyi yapan Salih Yurdakul ise 10. olabildi
Kuşaklıyaka-mandıra arasındaki 1500 m. İniş parkurunda ve 61 kapılı olarak yapılan büyük slalomda ilk 3 şöyleydi
Penz 89.3; Erich Sturm Av. 98.6; Roger Rossat Fr 89.7
Türk takımından en iyi dereceyi yapan Bahattin Topal ise 16. Geldi”
Resim 22: Kayak müsabakasında dereceye girenler

Basında sıkça yer alan kayak sporu ve Uludağ, 60’larda meşhur olan başka bir kavramla tanışıyordu. “Gece Eğlenceleri”. Oteller, girdikleri rekabet içinde, gündüz karda alabildiğine kayanlar gece gazinolarda diledikleri gibi dans etsin diye çeşitli eğlenceler düzenliyor, danslı, içkili ve çoğu zaman misafir sanatçılı bu eğlencelere katılanların fotoğrafları ertesi günlerde magazin dergilerine konu olmaya başlıyordu. Gitmeyenlerin gözünde Uludağ artık tam anlamıyla bir “sosyete mekânı” haline gelmişti. Başlı başına ekonomik güç gerektiren kayak sporu; dağa ulaşım, otelde konaklama gibi masrafların yanına bir de bar eğlencesi eklendi miydi; bir kısım geziyor, bir kısım ise sadece izlemekle yetiniyordu… İzleyenler de gezenlere laf etmeden olmuyordu tabii ki.
Resim 23: Uludağ’da tatlı hayat. Hayat Dergisi kapağı 1967

“İki şahsiyetli insanlar gibi, kış mevsiminin dondurucu soğuğunda Uludağ’a gidenler, birbirine taban tabana zıt iki âlemde yaşarlar… Gündüzleri o temiz dağ havasını teneffüs eden ciğerleri, geceleri şöminelerde, sobalarda yanan odunların veya dudaklarında tüten sigaraların dumanlarıyla dolar… Gündüzleri dondurucu dağ rüzgârının etkisiyle pençe pençe kızaran eler, yüzler; geceleri sobaların, şöminelerin veya kaloriferlerin sıcaklığıyla alevli bir kızıllığa bürünür. Yine gündüzleri yamaçların uçsuz bucaksız beyazlığı içinde yalnızlık sarhoşluğuna kapılanlar, geceleri kaldıkları otelin büyük salonunda omuz omza şarkılar söylerler, danslar ederler, türlü türlü oynarlar…
Resim 24: Eğlencenin her çeşidi vardır Uludağ’da. Caz havası, dans havası ve göbek havası. 

Resim 25: İşte Uludağ’ın 1960’larda en lüks köşesi. Büyük Otelin pavyonundan bir görünüş. 

Resim 26: Peki ya kayak sırasında sakatlananlar? Tepede o günlerde doktor bulunmaz. Ciddi bir incinme veya kırılma halinde, kazazede ya sırtta ya da sedye ile Kirazlıyayla’ya, hatta icabında şehre taşınır.

Resim 27: Uludağ güzeldir, hoştur ama bir de yer bulamadınız mı, sefaletin ta kendisidir. 
Resim 28:1960 yılında hizmete giren modern teleski tesisatı ile kayak severler kayakevine rahatça çıkıp inebilmeye başlıyorlar.

“Sözün kısası Türkiye’nin en gözde kayak merkezi Uludağ’ın gündüzü güzel gecesi ise bir başka güzeldir…”[10]
Resim 29: Kirazlıyayla Uludağ arasında araçların yolda kalması da, bozulması da, uzayıp giden kuyruklarda helak olmak da bu maceranın olmazsa olmazları…

1930’larda maceracı bir kaç insanın ülkemiz turizmine kazandırmak için didindiği Uludağ, o günlerden bu güne yazılı basında çokça yer almıştır.
Bu yazı içerisinde 1960’lara kadar ki dönemin naif, esprili, renkli ve magazinsel basınından ufak kesitlerle takip etmeye çalıştığımız “kapak güzeli” günümüzde yaygın biçimde bilinen ve hatta tüketilmeye çalışılan “bir avuç cennet” tir. Bir dönemler kapaklardan inmeyen Uludağ, günümüzde sanki keşfedilmiş, fethedilmiş hatta gasp edilmiştir…
Oysaki bizim anılarımızdaki Uludağ, şehrimizin üstünde hala gizli, esrarlı ve başı dumanlı bir gelin gibidir.  


TEŞEKKÜR: www.bursadagcilikkulucu.com  sitesi  kurucusu ve yazarı sevgili Akın Bey'e kaynak paylaşımı için teşekkürler



[1] YEDİGÜN dergisi 21 İkinci teşrin 193, M.C Bursa Kültür Kaynakları Araş.Kütüp.

[2] Modern Türkiye 24 1. Kanun 1938 M.C Bursa Kültür Kaynakları Araş.Kütüp
[3] Modern Türkiye 24 1. Kanun 1938 M.C Bursa Kültür Kaynakları Araş.Kütüp
[4] Şaktimur,Şemsi;Türkiye’de Kayak Sporunun Tarihçesi,1994,sh.73-75, http://www.bursadagcilikkulubu.com/
[5] )  Ataş, Musa: Dünya Cenneti Uludağ, 1951, sh. 59-60 http://www.bursadagcilikkulubu.com
[6] 7 Gün dergisi 11 Nisan 1934 yılındaki 57. Sayısı, 17 Nisan 1934 yılındaki 58. sayı
[7] Kulübün kuruluş tarihi Bursa  Halkevi’nin 1933 yılına ait  Raporunda 22.4.1933 olarak gösterilmektedir (Bu kitabın 8 inci sayfasındaki 8 nolu dip notuna bk.). Kulübün 1944 yılındaki Yönetim Kurulu; Başkan İ.Celal Antel,Katip Selim Süter,Üyeler Turgut Karatal,Dr.Cevat Tahsin Peksun ve Sedat Ateş. www.bursadagcilikklubu.com
[8] Musa Ataş ;Yedigün. 4 Temmuz 1934, no.69, sh.7 vd.Mümin Ceyhan Bursa Kül.Kay.Araş.Kütüp.
[9] Hayat mecmuası, 1958
[10] Hayat Mecmuası 2 Şubat 1967 6. Sayı, Mümin Ceyhan Bursa Kül.Kay.Araş.Küt.