Beynimiz
vücudumuzun küçük bir bölümünü oluştursa da, yiyeceklerle alınan enerjinin
yüzde yirmisini harcar. Bu yüzdeyi hafife almayın. çünkü bir çoğumuz diyet yaparken özellikle kalori hesabı ile olanlarda beyin fonksiyonlarımızı ve beynimizin ihtiyaçlarını göz ardı ediyoruz. biliyorsunuz neredeyse 45 dk'lık futbol maçı yapan sporcuların harcadıkları kalori ile 45 dk. matematik formülleri ile uğraşanların harcadıkları kalori eşit. BU açıdan baktığımızda kalorisiz bırakılmış bir beyin çalışamayacak kadar güçsüz kalır. çoğumuzun diyetler sırasında kaba tabirle "şaşkın" ve dikkatsiz olması bu yüzdendir. Özellikle glikoz kullanan beyin sıkı karbonhidrat kısıtlamalarında "aç" kalır.
Bir kaç besin vardır ki beynimizin dostudur. Hani çocuklarımız sınava girerken, kendimiz önemli bir proje içinde olduğumuzda, unutkanlıklar baş gösterdiğinde, halsizliklerle karşı karşıya kaldığımızda veya daha dün tanıştıklarımızın adlarını unutmaya başladığımızda kapısını çalmamız gereken besinler nelerdir? Özellikle hamilelik dönemlerinde unutkanlıkla baş başa kalmamak için neler tüketmeliyiz? çocuklarımızın algı düzeyini artırmak ve dikkatlerini toplamalarını sağlamak için onları hangi sağlıklı besin grupları ile beslemeliyiz? işte kısa kısa ama faydalı bir özet....
BELLEK GÜCÜNÜ ARTIRMAK VEYA SADECE KORUMAK İÇİN
HAVUÇ: Hatırlama yeteneğimizi arttırır, çünkü havuç beyin metabolizmasını
canlandırır. Bir şey ezberlerken bir ufak tabak sıvı yağlı havuç salatası
yiyin.(zeytinyağlı olmasına dikkat)
ANANAS: Tiyatro sanatçılarının ve müzisyenlerin ihtiyacı olan bir meyvedir. Uzun bir metin ezberleyebilmek için fazla miktarda C vitaminine ihtiyaç
vardır.
AVOKADO: Kısa süreli bellek içindir (Örneğin alışveriş listesini yaparken).
Fazla miktarda yağ asidi içerir. Yarım avokado yeterlidir.
ISIRGAN OTU: Hafızayı kuvvetlendiren besinlerdendir. Özellikle sınavlara
hazırlanan ısırgan çayı
içirilmesi yerinde olur.Isırganı ıspanak gibi pişirerek de hem salatasını hem de kavurmasını çocuklarınıza yedirebilirsiniz.
KABAK: Hafıza için eşsiz bir besindir. Yemeklerle sık sık tüketilmesi son
derece faydalıdır.özellikle çok hafif biçimde tereyağında veya zeytinyağında 2-3 dk.çevrilerek üzerine hafif nane ve karabiber ile zenginleştirilmiş biçimde çocuklarınıza salata olarak yedirin. faydasını göreceksiniz. Ayrıca tadı da eşsizdir.
MUTLULUK
Mutluluğu yeni moda ilaçlarda aramayın. Doğru tüketilen doğru gıdalarda fazlasıyla mevcut.
KIRMIZI BİBER: Ne kadar acı olursa o kadar iyidir. Aroma maddeleri vücudun
kendi mutluluk hormonu endorphinin salgılanmasını hareketlendirir. En iyisi çiğ
yemek. Kurusunu, tazesini, turşusunu tüketin tabi midenizi kollayarak.
ÇİLEK: Stresi giderir. Lifli maddesi mutluluk verir. güzelce yıkamayı unutmayın. Sakın hormonlu diye korkmayın. Cam önünüze saksınıza bir parça ekin bütün yaz size çilek versin.
MUZ: Sırrı serotonin. Bu maddeye beynimizin mutlu olması için ihtiyacı vardır. Çocuklarınıza bol bol yedirin. aynı zamanda çok önemli bir potasyum kaynağı olması dolayısıyla çok önemli. çocuklar hem ishal hem kabız olduğunda zengin lif içeriğinden dolayı muhakkak verilmeli.
ÖĞRENME KOLAYLIĞI
LAHANA: Sinirliliği giderir .
Daha stressiz öğrenilir (örneğin sınav öncesi).Lahananın faydaları saymakla bitmez siz en iyisi salatasını, dolmasını, turşusunu bol bol tüketin. Tiroit sorunu olanlar çok bol tüketmesin. bezlerin aktivitesini yavaşlatıyor.
LİMON: C vitamininden dolayı canlandırır, algılama yeteneğini artırır. Tek başına tüketmek zor diyorsanız yaz aylarında (özellikle sınav dönemlerinde) evde çocuklarınıza bol bol limonata içirin. Ev yapımı olsun lütfen. yoksa bir faydası yok biliyorsunuz.
YABAN MERSİNİ: Uzun süreli bir öğrenmede ideal bir meyvedir. Beynin kanla daha
iyi beslenmesini sağlar.tartı, turtası, pasta süsü olarak vs. çok güzeldir. her seferinde bulmak zor derseniz reçelini yapın, dolapta tutun.
DİKKAT TOPLAMAK
SOĞAN: Aşırı yıpranmaya, fiziksel yorgunluğa karşı. Kanı sulandırır, beyin
oksijeni daha iyi alır. tadını ve kokusunu sevmeyenler için karamelize soğan idealdir. Zeytinyağında biraz kavurun üzerine çok az kahverengi şeker serpip çocuklarınıza köftenin yanında bol bol yedirebilirsiniz.
CEVİZ, FINDIK, FISTIK: Faydalarını saymaya gerek var mı?Beyindeki haber alma maddelerinin oluşumunu
hareketlendirir. Her gün bir avuç, özellikle sabah aç karnına yiyiniz. Çocuklarınızın beslenme çantalarına bir avuç koyun. acıktıkça teneffüs aralarında atıştırsın.
YARATICILIK GELİŞTİRME
ZENCEFİL: İçerdiği maddeler beynin yeni fikirler üretmesini sağlar. Kan
sulandığı için vücutta daha serbest akar, beyin oksijenle beslenir.Kuru zencefili bütün yemeklerinize çok az kimyon kullanır gibi rendeleyebilir, limonatalarınıza katabilirsiniz.
KİMYON: İnsanın aklına birden bir fikir getirtir. O kadar faydalıdır ki,yaratıcılığı beslemesi bunlardan sadece biridir. Çayınıza, bütün sulu yemeklerinize muhakkak koyunuz. her yemeğe yakışır hatta zeytinyağlı sebze yemeklerine bile. bir kaşık öğütülmüş kimyon veya taze kimyon her şeye birebirdir. Özellikle hamilelik döneminde gazdan şikayetiniz varsa kaşık kaşık kullanabilirsiniz.
10 Aralık 2013 Salı
9 Aralık 2013 Pazartesi
Mudanya-İstanbul Hattının Efsane Vapuru
“Güzel Trak”
A. CEYHAN / Bursa Ocak 2013
info@unikentevleri.com
Marmara
halkının merakla beklediği Türk Deniz Ticaret Filosunun yeni gemisi olan “Trak”
en nihayetinde denize inmişti.
Gazi’nin
emriyle, Denizyolları İdaresinin Almanya’da Krupp tezgâhlarında yaptırdığı “en
genç” gemimiz 22 Mayıs 1938 sabahı, bir gelin kadar zarif süslenerek Galata Rıhtımı’nın
başına yaklaşmıştı.
Amiral,
Rektör, Mili Sanayi Reisi, Deniz Erkânı, bankalar, Vilayet, Parti ve Matbuat
Erkânı da halkın coşkulu kalabalığının arasına karışmıştı. Saatler 09.45’i
gösterdiğinde bu nazlı gelin, İstiklal Marşımız ve coşkulu alkışlar arasında, emektar
“Ülgen” vapurunu selamlayarak, rıhtımdan ayrılıp Mudanya’nın yolunu tuttu.
Yeni
iş başı yapan Trak; 75 metre boyunda 11 metre eninde saatte 19 mil hız
yapabilen 1414 grostonluk bir tekne idi. Göz alıyordu. Geniş güvertesi, pırıl
pırıl cilalı ahşap aksamı ile Trak “yeniliği” temsil ediyordu. Koparılmış,
eskitilmiş, yanmış, kanayan kalplerin- Kurtuluş Savaşı yaralarını saran bir
ulusun- içinde pır pır uçuşmaya başlayan renkli bir kelebekti Trak. Trak “umudu”
temsil ediyordu.
Önceleri
Bursalılar, Vapurculuk Şirketinin vapurlarında yolculuk yapmanın fena şartlarda
bulunmasından şikâyet edip, bu yolculuğun insan taşıma mefhumile taban tabana
zıt olduğunu söylerken, bu vapurlarla yapılan yolculuğun orta Kurun devrini
andırdığını defalarca belirtmişlerdi.
Hatta artık Bursalılar Mudanya hattını terk edip, Yalova hattı üzerinden
İstanbul’a gitmeye başlamışlardı. “Asya” vapuru ile yedi saat süren yolculuk
pis kamaralarda, yenmeyecek kadar kötü yemekler ile çekilecek çile değildi
kısacası. Vapurculuk şirketi yeni bir vapurun geleceği sözünü vermişti
vermesine ama Bursalılar “biraz insaf edin” diye haykırıyordu.
Bunun
üzerine bundan tam 79 yıl önce, (aynı bugün İDO’nun tutarsız fiyat tarifelerine
karşı kurulan BUDO gibi) Bursa Belediye reisi Muhittin Bey duruma el koyarak,
İktisat Vekili Celal Bey’e “Vapurculuk şirketince bu hat ıslah edilmediği
takdirde vapur işletme imtiyazının Bursa Belediyesine verilmesi konusunda
hükümete başvuracağını” açıklamıştı. Bu ıslahat için tam 3 sene
bekleyeceklerdi. Bursa bu 3 sene içerisinde yoğun karlı kış günlerinde kapanan
Yalova yolu nedeniyle daha da müşkül duruma düşüyor, Mudanya hattından 3 günde
bir işleyen vapurlar sebebiyle 3-4 gün dünya’dan bir haber kalıyordu. İskelede
tonlarca meyve, sebze ve mal birikiyor halk isyan üzerine isyan ediyordu. Hal
göstermişti ki Bursa’nın tabii, iktisadi ve coğrafi iskelesiydi Mudanya. Mudanya
Bursa’nın dünya’ya açılan penceresiydi. Derhal durum düzeltilmeliydi. Hızlı ve
modern vapurlar ile her gün Mudanya-İstanbul hattı işlemeliydi.
Atatürk’ün
bizzat isim babası olduğu Trak’ın tanıtımı aylardır sürüyordu. Denizbank, vapur
denize indirilmeden önce vapurun etimolojik analizini içeren bir broşür
bastırmıştı. Doğru ya ne demekti bu “Trak”?
“Balkanların
doğu cenub köşesine verilen bu ad eski zamanlarda çok geniş bir vatanın ve çok
yayılmış bir Türk ulusun adı idi”
Güneşli
bir bahar sabahında tezahüratlar eşliğinde yola koyulan Trak, daha önce bu
rıhtımın hiç görmediği bir hızla saatte ortalama 18 mil süratle seyrederek 2,5
saate Mudanya’ya ulaşmıştı.
Mudanya
iskelesine “Güzel Trak’ı” karşılamaya binlerce Mudanyalı ve Bursalı gelmişti. Trak,
bayraklar ve defne dalları ile süslü iskeleye yanaşır yanaşmaz kurbanlar
kesilmişti. Bu tenezzüh seferinde yer alan Trak vapurunun şanslı ilk 400
yolcusu ise Bursa’da bir tatile hak kazanarak Çelik Palas’a yerleştirilmişti.
Bu
vapur yalnız Mudanya’ya işleyecekti. 3 birinci, 3 ikinci kamarası olan vapurun
içinde barı, kanepeleri, oturma gurupları ve bir de kış bahçesi vardı. 2,5 saatlik
Mudanya yolculuğu yapacak bir gemi için fazla ayrıntılı dekore edildiğini
düşünenlerinin aklındaki soruyu zamanın usta kalemi Suat Derviş Hanım, vapurun
ilk seferinden bir hafta sonraki ziyareti sonrasında Modern Türkiye mecmuasında
yazdığı "Trak Vapurunda Bir
Saat" adlı yazıda aydınlatıyordu.
"Gemi taze
boya, yeni tahta kokuyor. Bir merdivenden çıkıyoruz. Bir salona girdik. Lüks
trenlerdeki koltuklara benzeyen kırmızı marokenden geniş yumuşak kanepeler,
aralarında birer masa... Geniş pencereler... Zemin yeşil, kanepeler kırmızı,
duvar kahverengi... Elektrik fanusları fevkalade zarif, kübik değil fakat
gemiye yakışacak güzellikte, dahilî tezyinat çok yerinde ve zevkli... Kanepeler
iki üç saat sürecek bir seyahat için ne kadar konfortable...
…Geminin üç birinci, üç de ikinci mevki
kamaraları var. Bu kamaralardan birinci mevkilerin de içleri çok rahat, çok
geniş bir karyolası ve karşısında icabında yatak gibi hazırlanabilecek bir
şezlongu var. Biz gemiyi gezmekteyken bize iltihak etmek nezaketini göstermiş
olan Birinci kaptana soruyorum:
- Mademki vapur yalnız Mudanya'ya
işleyecek ve siz de Mudanya'ya iki saatte gidecek diyorsunuz. Bu kamaralar
kimler için yapılmış?
- Hastalar için, cevabını alıyorum.
Malûm ya, geminin işlediği yerler; banyo yerleridir. Oraya giden bir hasta
olabilir ki bacağını rahat uzatmak, dinlenmek istirahat etmek ister, işte onlar
için burası düşünülmüştür.
29
Mayıs 1938 günü Trak, Mudanya’ya tam 5
sefer yapmıştı. Mevsim yaza dönüyor, güneş ışıltılı yüzünü göstermeye başlıyordu.
Gazeteler “Güzel Trak” fotoğrafının üstüne bir manşet atarak ilk sayfadan
duyurdu haberi “ bu yalnız deniz ticaret
hayatımızda değil, tarihte bile görülmemiş bir hadisedir”. Denizbank Umum
Müdürü Yusuf Ziya Öniş konuşmasında Bayar Hükümetinin deniz politikasına vurgu
yaparak Bursalıların kulağına da bir şeyler fısıldıyordu. Bu fısıltılar
Bursalılara hayaller kurdurmaya başlamıştı bile. Trak Vapuru ile seyahat
edenlerin gönlünden geçen hükümet politikası ile örtüşüyordu. Böyle süratli ve
yeni vapurlara binmek, onlarla yeni yerler görmek. Kısacası mesafeleri
azaltarak dünyalarını genişletmek.
“ Trak gibi İstanbul ve Marmara Bölgesinde
işleyecek gemilerimizin gerek mahalli hayatı, gerek iç ve dış turizmi inkişaf
ettirmek hususunda pek mühim rolleri vardır. Bu rolleri başarmak için iki şart
lazım: Sür’at ve rahat. Mudanya yolunun iki buçuk saate inmesinin ne demek
olduğunu Mudanya-Bursa yolu yapıldıktan sonra derhal hissedeceksiniz”
Akabinde
Bursa Valisi Şefik Soyer müjdeyi verdi “Mudanya-Bursa
Şosesi asfalt yapılacak”.
Trak’ın
işlemeye başlaması, modern Mudanya vapurlarının Bursa’ya kattığı ne ilk ne de
sonuncu katkı olmuştu. Artık halkın dilinde Bursa’nın bir seyyah şehri olması,
Mudanya’da otel açılması, müze yapılması vb. konular konuşulma başlanmıştı.
Bundan
böyle Trak, Mudanya’dan İstanbul’a her gün saat 8.30 da ve İstanbul’dan
Mudanya’ya saat 16.30’da kalkacaktı. İstanbul’dan yapılan seferler çok fazla
rağbet görüyordu. Mudanya’ya Pazar günleri 300-400 misafir gelir olmuştu. Trak’ın
son birkaç seferinde getirdiği İstanbullu sayısı, evvelki yıllarda bütün bir
mevsim şehre gelenlerin sayısından çoktu.
“Marmara turizm mıntıkasının bir
kutbu olan Bursa’nın bu vapurla kazandığı yeni ve mes’ud vaziyet, buranın
inkişafa müsaid çok parlak bir istikbali olduğunu müjdeliyor” diyordu
gazeteler.
İlk
vapurunu Trak’ın teşkil ettiği Marmara tipi vapurların bundan sonrakileri “Sus”
ve “Marakas” olacaktı. Bu vapurların da gelmesiyle hatta muazzam bir ilgi
başlamıştı.
Mudanya
cıvıltısına kavuşmuştu. Bursa-Mudanya şosesi asfaltlanıp, kasabaya gelen nakil
vasıtaların sayısı artınca Nisan ayından itibaren Mudanya mevsimlik göç de almaya
başlar olmuştu. Sayfiye özlemi çeken, tebdilihava isteyen Bursalıların
“Büyükadası” idi Mudanya. İskelenin yanı başındaki Belediye Gazinosu olsun, Belediye
Parkı olsun, ya da Arnavutköy Plajı; hepsi bir bir elden geçiyor ve Mudanya’ya istirahata
gelecek Bursalı veya dış seyyahlara hoşluklar yapılmaya devam ediliyordu.
Erken
gelen baharlar da Bursa’da banyo mevsiminin erken başlamasına sebep oluyordu.
Bilhassa Çekirge asfalt yolu ile Mudanya asfaltının yapılması şehri adeta ihya
etmişti. “Zümrüt gibi nev’i şahsına
münhasır yeşillik, yorgun ve sinirli insanları dinlendiren en tabi bir deva
olduğundan Çekirge’nin de bu bakımdan müstesna bir kıymeti vardır” diyordu
gazeteler. Çekirge Otelleri son yıllarda iyi bir temizlik yapmış; 20 yıl
evvelki han döküntüsü, tahtakurularından geçilmez ahşap oteller, az çok bu
günkü ihtiyaçları karşılayan müesseseler haline döndürülmüştü.
Mudanya
ise yeni serpilmeye başlamış bir genç kız gibi allandıkça allanıyor ve
pullanıyordu. Vali Refik Kuraltan Yeniköy Plajını iptidai koşullardan kurtarmak
üzere, sahile ince kum döktürtmüş, çöpleri temizletmiş, plaj boyunca modern ve
sabit şemsiyeler koyarak burayı kullanışlı hale getirmişti. Dahası şezlongların
siparişi verilmiş, soyunma kabinleri ısmarlanmıştı.
İskeleye
inen turistlerin bu şirin ve dilber kasabayı metruk görmemesi için sahildeki
evlerin derhal dış duvarlarının tamir edilmesini ve beyaza boyatılması
gerektiğini söylemişti. Vapur uzaktan yanaşırken içindeki turistlerin, zümrüdî
yeşil zeytinliklerden oluşan ilahi bir dekor önünde bir inci dizisi halinde
sıralanan evleriyle daha şirin görmelerini sağlayacaktı Mudanya’yı.
Bir
noksan kalmıştı. O eski ve keşmekeş iskele. Üzerindeki acente, gişe, belediye
ve polis büroları binalarını boyatarak, vapurdan inenlerin üzerine güruh
halinde gelen hamalları düzene sokarak, ufak tefek düzenlemeler ile biraz yola
koyulmuştu. 1939 yılının Haziran ayında ise 280 Lira tahsisat ayrılarak
iskelenin, Bursa Demiryoluna bağlandığı, bekleme salonlarının olduğu, 3 büyük
vapurun yanaşabileceği gibi 81 metre uzunlukta, bir ucu kırık bir liman olarak
düzenlenmesi işine salık verilmişti.
İskele,
yollar, oteller yapılmaya devam ediyor “Trak” ise tıkır tıkır işliyordu.
İlk
büyük fırtınasını Eylül 1938’de güç bela atlatmıştı
Henüz
1 yaşında, tam havalar ısınıp Mudanya’ya seyyah akının başlayacağı vakitte -9 Nisan
1939 günü- Trilye önlerinde sis yüzünden karaya vurup tamire çekildi. Altında
yara açılan Trak, bu yarayı birkaç tamiratla sardırıp seferlerine devam etti.
Trak
6 senelik hizmet hayatı boyunca denize bir inip bir karaya çekiliyordu.
Mudanya
halkı ise gelenlere “hoş geldin” derken gidenlere el sallayacaktı bu limandan…
Bursa
Lisesinden Harbiye’ye geçen gençler, üniversiteli kafileler, Hallas yatı ile yanaşan
150 dost Yunanlı, Viktorya vapuru ile gelen Amerikanlar, İpek ticareti yapmaya
gelen İtalyan ticaret heyeti, Fransız muharriri Klod Farer, Yoldaş General
Vorosilof, İsveç Veliahtı Prens Güstav Adolf, Libya Kralı İdris El Sunusi,
Afgan kralı Zahir Şah, Şah Rıza Pehlevi, Kraliçe Süreyya…Celal Bayar, Milli Şef
ve Büyük Ata
Kimler
gelip kimler geçecekti daha bu güzel kasabanın limanından…
Ve
1944 kışında güzel Trak…
Daha
Mudanya’ya binlerce seyyah taşıyabilecekken, Trak, hattı dışında yaşadığı
talihsiz bir kaza sonucu Mudanya halkına veda etmişti.
Dünya,
2. Dünya Savaşı ile kırılırken Trak’a da görev düşmüştü. Bugüne kadar hep yolcu
taşıyan bu güzel vapur, bu “son seferinde” İstanbul’dan aldığı askeri
birlikleri alarak Gelibolu’ya götürmüştü. Seferden dönerken aldığı bir emir
değiştirdi hem rotasını hem de kaderini. Bandırmaya gitmeliydi. Tipi vardı.
Görüş mesafesi kısıtlı idi. “Güzel Trak,” daha çok genç iken 18 Ocak’ı 19 Ocak’a
bağlayan 1944 gecesinde Mudanya açıklarında Kapıdağ Yarımadası önlerinde
kayalıklara bindirerek 23 emektar denizcisi ile Marmara’nın sularına gömülmüştü.
Öksüz kalmıştı üzerinde uçuşan
martılar,
güvertesine sert sert
vuran lodoslar- poyrazlar,
mavi-beyaz gökyüzü,
yolunu kesen sis ve
yükünü taşıyan derin deniz..
ardından el
sallayanlar,
çıkışında gazete
satanlar, …
Ya Sıdıka Teyze? Cumartesi akşam
çayını Trak’ın gelişine göre demleyen?
Çocuklar? Uyanmak için vapur sesini
bekleyen?
İskeledeki simitçi? Eskişehir
unundan-Devrengeç suyundan…
Gözü yaşlı Şimendifer… Sebebi Trak’tı
sahile inişinin, ne erken bir veda idi bu?
Herkes soruyordu…
Ne erken bir veda idi bu?
Genç
ve güzel Trak bu hafta sahile selam edemeyecek, bu banyo mevsiminde seyyah taşıyamayacaktı.
Ama umuda doğru bir kapı açan bu “Güzel Vapur” talihsiz mürettebatı ile tarihin
sularına gömülürken gerisinde Siyah- beyaz karelerde çocukluk yaşamış
Mudanyalılara güzel hatıralar bırakacaktı.
Kaynakça:
Cumhuriyet Gazetesi Arşivi.
1937-1945 yılları arası Cumhuriyet Gazeteleri
Feza Kürkçüoğlu;
“Güzel Trak'ın İlk Seferi” Sea Life, Mart 2004, N:30
Falih Rıfkı Atay;
“Denizciliğimiz” Ulus Gazetesi 25 Mayıs 1938
Suat Derviş Hanım
“"Trak Vapurunda Bir Saat"
Modern Türkiye, 19.Mayıs.1939 No:14
NOT:
* fotoğrafların veya gazete kupürlerinin orjinallerini kullanmak isteseniz lütfen info@bursakutuphanesi.com adresine mail atınız.
* Yazı Bursa'da Yaşam dergisinde yayınlanmıştır. -(Olay gazetesi)
9 Eylül 2013 Pazartesi
KAYALAR VE GÜLLER
“Fromasia Minör To The Resistance”
Simoskerassides in yayınlanmamış yazısına bir
bakış
-Litharenia; Kurşunlu'dan Selanik'e
Latince de kaya gibi sert anlamına gelen bir adı vardı.
Litharenia. Doğuştan yazgısına atıfta bulunulmuş muydu bilinmez ama bu kız
adını hak ediyordu. Osmanlı'nın etnik mozaiğine mahsus Ortodoks Rumlardandı.
19. yy. sonlarına doğru Küçük Asya'nın denize kıyısı olan, Bursa'ya 20 km.
Uzaklıktaki Elegmi (Kurşunlu) köyünde doğmuştu. Kurşunlu şehrin az dışında,
güzel coğrafyası, güzel insanları ve temiz havasıyla adını herkesin bildiği bir
cennetti. 2000 kadar nüfusunun çoğunluğunu Ortodokslar oluşturuyordu.
Köylü geçimini tarım ve balıkçılıkla sağlıyordu. Tarlalardan
rızkını çıkaran çalışkan rumlar, köyde tütün ve buğday eker; ve muhakkak
zeytincilik yaparlardı. Litarenya da ailesinin tarlasında kardeşleriyle
birlikte tütün ve buğday toplardı.
Sofianides'lerin 3 çocuğunun en küçüğüydü Litarenya. İki
erkek kardeşi de okula gidiyordu. Fakat küçük kız, o dönemde eğitimin kız
çocukları için bir lüks sayılmasında ve okuyan kızlara kötü gözle bakılmasından
dolayı okula gidemiyordu. Durum Müslümanlar da Ortodokslarda da böyleydi.
Kızlar evde annelerine yardım ediyor, hayvanlara bakıyor, tarlalarda tütün ve
buğday hasadına gidiyor; evlilik çağına gelince de münasip bir adayla
evlendiriyorlardı.
İsyan eden yoktu. Kadere karşı gelen de. Alıp başını kaçan
da. Litarenya da akranları gibi tarlada çalışmanın zorluklarına katlanıyor,
fakat akşam sıcak çorbasını içip, gece yatağında İsa'ya şükrettiğinde her şeyi
unutuyordu. Nasır tutan ellerini de, su toplayan ayaklarını da. Bir derenin
akışına benzetiyordu hayatını; sakin ama coşkulu. Çocuk aklı böyle çalışıyordu.
Gündüzleri üzerine düşen vazifeleri yapmalı, annesini ve babasını üzmemeliydi.
Köyde arkadaşları ile oyun oynamaya da vakit buluyordu arada. Savaş mı? Kelimenin
ne demek olduğunu bile bilmiyordu daha.
20. Asır barışçıl biçimde gelmişti. Su yolunda akıyordu.
Litarenya büyümüş ve serpilmişti. Maharetli elleri, güzel
bir yüzü vardı. Parlak bir kızdı. Konu komşunun gözü üstündeydi. Annesi, kızının
da aynı kaderi yaşamasını istemiyordu Bursa'ya göndermeye karar verdi. Şehirde
önü açık olur, bir meslek sahibi olabilir ve güneş altında ot yolmaktan
kurtulabilirdi.
Halası Bursa da yaşıyordu Litarenya'nın. Çocuğu da yoktu. Bu
akıllı kızı kendi kızı gibi sahiplenip, bakacağını biliyordu annesi. Gözü
arkada kalmayacaktı. Enişte Fransız İpek Fabrikasının müdürüydü. Hemen işe aldı
kızı. Litarenya işi kısa sürede kavradı ve ekmeğini kazanmaya başladı. Hayatın
üretince güzel olduğunun farkına varmıştı Litarenya. Ama artık aile kurmak
istiyordu. Çok geçmeden bu da gerçekleşti 1909 yılının yazında Pavlov Makride
ile evlendi. Demirkapı'da 2 katlı bir ev satın alındı genç çift için. Rum mahallesi
idi Demirkapı o zaman. Konu komşu ile arası ile, hali vakti yerinde ve sevilen
bir çift olmuşlardı. Ve ilk çocukları dünyaya geldi. 1910' da tosun gibi bir
oğlan doğurdu. Yorgos koydular adını, büyükbabaya atfen. 1912 de Balkan
Savaşlarının başlamasından hemen önce de kızı Anna doğdu. Anna abisi gibi
değil, daha kırılgan bir yapıya ve güçsüz bir bünyeye sahipti.
Her şey Litarenya'nın arzu ettiği gibi giderken, mutlu
hayatlarına kabuslar dahil olmaya başlamıştı. Etrafta savaş, ölüm, sürgün,
baskın kelimeleri dolaşmaya başlamıştı. Dünya savaşı patlak vermişti. Ve
korkunç söylentiler. Kötü alametler arka arkaya geliyordu. Ne olacaktı? Kıyamet
mi yaklaşmıştı acaba? Devasa çekirgelerin tarlaların üstünü kapatıp güneşi ve
gökyüzünü örtmesi olayı, Türklerin binlerce Ermeniyi katlettiği söylentileriyle
beraber geldi. Herkes başka ağızdan konuşuyordu. Bir yıl sonra da Pontuslu Rumların
katli söylentileri gelmeye başladı kulaklarına. Acı türküler çığırtılıyordu
etrafta, kimi Rum kimi Türk lehçesinde.
Elegmi'den de haberler alıyordu sürekli. Köyde nispeten daha
sakin bir hayat vardı. Küçük yere haber taşıyan az oluyordu. Litarenya'nın
babası ve erkek kardeşleri seferberlikte askere alınmıştı, köyün diğer bütün
erkekleri gibi. Annesi yalnız kalmıştı. Litarenya'nın bütün diretmesine rağmen,
Demirkapı'ya onun yanına taşınmamış, anılarını biriktirdiği evini terk
etmemişti. Siyahlara bürünmüş, mateme girmişti. Yıllar süren mateminim ardından
da hayata gözlerini yummuştu.
Yokluklar ve acılarla geçen yılların ardından, Dünya
Savaşının sonu gelmişti. 1919 da cephelerde Türk-Yunan birbirini kırmaya
başlamıştı. Çünkü İngilizler, dağılacak Osmanlı topraklarından Yunan Başbakan
Venizelos'a ağız sulandıracak teklifler yapmıştı. Tek şart; kılıcını Türk'e
karşı kuşanacak bir Yunan ordusu idi. Öyle de olmuştu. Peki nasıl olurdu?
Yıllardan beri kapı komşusu olan Mustafa nasıl olur da Yorgos'un kılıcıyla
ölebilirdi. Aklı almıyordu. Ama söylenceler o kadar almış başını yürümüştü ki
iki toplum arasında sağduyu yok olup gidiyordu.
Yunan orduları Bursa'ya girmişti. Yunan bayrakları
dağıtılmıştı yerli Rumlara ve asılmıştı her yana. ilk defa görüyordu bu bayrağı
çünkü ana dili bile Türkçe idi Litarenya'nın. Hep Osmanlı bayrağı altında
büyümüştü. Sadece Ortodokstu. Tek fark bu. Aklı karmakarışıktı.
1922 yılında kocası Pavlov bir anda yok oluverdi. Kimse ona
tam olarak ne olduğunu bilmiyordu. Söylenen oydu ki dağdan gelen Türk çeteciler
tarafından alınmış ve öldürülmüştü. Sık sık olan olaylardı bunlar. Yunan işgali
altında Bursa'da düzen ve dirlik yok olmuştu. Meydan bir kaç çapulcu çeteciye
kalmıştı. Hakaretin, cinayetin, tecavüzün, hırsızlığın biri bin paraydı
çetecilerde. zaman zaman haracını aldıkları Pavlov'a acımamışlardı bu sefer.
Haber fısıldanarak geldi ve bir çığlık olarak yayıldı
etrafa. Bir alev topu düşmüştü ocağına ve yakıyordu dört yanı. Litarenya o
sırada 3. Çocuğuna hamileydi. Yas tutacak, ağlayacak veya kocasını bekleyecek
zamanı kalmadan Türk askeri şehri geri almıştı. Yunan ordusunun geri
çekileceğinden haberleri bile olmamıştı. İşgal sona ermişti. Mustafa kemal'in
ordusu Bursa'ya doğru geliyordu. Olana bitene akıl erdiremiyor, sağdan soldan
akıl almaya çalışıyordu. Özet olarak kaçmalıydılar.
Şehri sözcüsü Propontis tüm kapıları tek tek çalıyor şehri
acil terk etmeleri gerektiğini söylüyordu. Cephe çökmüştü ve herkesin bir an
önce şehri terk etmesi gerekiyordu. şehri boşaltmaya en önce bizim mahallemizden
başlamışlardı.
O günlerde Elegmi'den gelen Türk komşusu ise hamile haliye
kaçmaması gerektiğini, onu bir süre saklayabileceğini en azından doğumu
beklemesi gerektiğini anlatmaya çalışıyordu. Ama nafileydi bu ısrarlar.
Propontis acil biçimde Mudanya'ya gitmelerini söyledi. Mudanya güvenli bir
limandı şu an. Bunun koca bir yalan olduğunu birkaç gün sonra görecekti. Evden
bir iki kap kacak, biraz ekmek bir iki kıyafet ve battaniye alıp 12 yaşındaki
Yorgos ve 10 yaşındaki Anna ve karnındaki bebek ile sokağa attı kendini. Bir at
arabası yoktu, hatta bir yük hayvanı bile yoktu. Hiç bir şey alamazdı yanına. Kafileler
vardı sokaklarda elinde çıkınları ile. Derin bir sessizlik vardı kadın ve çocuk
ağlamalarının dışında. Kimse tek bir kelime etmiyor, korkudan titriyordu sadece.
Bir çocuklarına bir de kendine baktı. Şaşkınlardı.
Toparlanmalıydı. Güçlü olmalıydı, yoksa bu hengame içinde kaybolup giderlerdi.
Omzunun üzerinden başını çevirip evine baktı son bir kez. Ön kapının anahtarını
sıkıca tutmuştu elinde. Evini tanrıya emanet etti. Başka kimsesi olmadığını
hatırladı. Babası, kardeşleri, anası ve kocası. Hepsi ölüp gitmişti. Tek
dayanağı tanrıydı. Belki de son defa bakıyordu evine. Bilemezdi. Bohçasını
omzuna attı, bir eliyle Annayı bir eliyle Yorgosu sıkıca tutup "ne olursa olsun elimi sakın bırakmayın"
deyip kafilenin arasına karıştı. Düşenler, kalkanlar, ağlayanlar, geri
dönenler... Gerçek miydi yaşananlar?
Poseidonos Caddesi mahşer yeri gibiydi. Herkesi burada
toplamışlardı.
Yolları uzundu. Her 1-2 saate bir birileri gelip bir şeyler
fısıldıyordu kulaklarına. Yok Mudanya'ya gidene kadar çeteler basacakmış
kafileyi, yok Yunanlar şehre geri gelip kurtaracakmış herkesi, yok bunlar
kıyamet alametleriymiş gök delinip akacakmış... Bir karar verdi. Çocuklarına da
sıkı sıkıya tembih etti. Kimseyi dinlemeden trene kadar hızlıca yürüyeceklerdi.
İyi ki hiç bir eşya alamamıştı yanına
yük olarak. Başaramazdı yoksa. Yüreği bir çok acıya göğüs germişti ama bedeni
içinde bir can daha taşırken bu kadar yükü kabul edemeyecekti.
1 saat sonra Acemler mevkiine gelmişlerdi. Etraf Yunan
işgalcilerin ve piyadelerin kamyonları ile dolup taşıyordu. O sırada bir bölük
Fransız askeri geldi topluluğun başına ve Mudanya'ya gidemeyeceklerini söyledi.
Pandarmos'a (Bandırma) doğru yol tutun dedi. Ne demekti bu? Evlerinden çıkarken
buraya gelmeleri söylenmişti. Burada bir gemiye bineceklerdi, Yunan askerleri
buradaydı ve sahip çıkacaklardı onlara. Ne değişmişti 1 günde? Neler oluyordu.
Fransız asker fazla şanslarının olmadığını, Mudanya'nın tarafsız bölge ilan
edildiğini ve derhal burayı terk etmek zorunda olduklarını söyledi.
Mudanyalıydı Litarenya, oranın köyünde doğmuş büyümüştü. oranın topraklarını
ekip, oranın suyundan içmişti. şimdi ise yasaktı girmesi. Bir an için askerlere
yalvarıp bir şekilde Elegmi'ye gidip, komşularının yaptığı teklifi kabule etmek
geçti aklından. Saklanabilirlerdi. Olmadı. Kafile ile birlikte geri
çevrildiler. Yeni bir macera başlamıştı. Onca yol, binlerce kişi. Ama sonunda
ışık görüyordu. Orada güneş doğacaktı
muhakkak.
Panoramos'a gelince gözleri gördüklerine daha fazla
dayanamadı. Koyuverdi kendini. Umutlarının tükendiğini hissediyordu. Hıçkıra
hıçkıra ağlamaya başladı. Günler süren açlık, susuzluk, sefalet bunun için
miydi? En az 30000 kişi yığılmıştı limana. Herkes daha da perişan görünüyordu.
Yunan askeri ise sürgündeki halktan daha da beter durumdaydı. Kimden yardım
isteyeceklerdi. Hem zaten Yunan askeri de kim oluyordu? Aklını kaybetmek
üzereydi. Sonra Kalabalığı biraz eliyle iteleyip yüksekçe bir yerden limana
baktı. Orada demir atmış gemileri görünce yeni bir ümit filizlendi içinde.
Gitmeliydi, kalabalığı yarıp, hemen, o gemilere binmeliydi. Sahile yakın iki
gemiye bir grup halk ile Yunan askerlerinin bindiğini gördü. Yorgos'a hemen gemiye
bin diye bağırdı. Küçük Yorgos ani bir hamleyle atladı gemiye ve hemen kardeşi
Anna'nın elini tuttu. Onu ve annesini gemiye almalıydı, ama başaramadı. Mülteci
seli Anna'yı derin bir anafor gibi içine çekti. Ayrıldı elleri iki kardeşin.
Yorgos o gemiyle uzaklaştı limandan, son bir defa anasını koklayamadan,
kardeşini öpemeden ve yeni doğacak kardeşini hiç göremeden.
Bu Litarenya'nın oğlunu son görüşü oldu.
Bir kaç saat bekledikten sonra kızıyla Selanik'e doğru demir
alacak bir gemiye bindirildiler. 3 günlük yolculuktan sonra Yunanistan'ın 2.
büyük şehrine geldiler. Liman insanlarla kaynıyordu, bu insanlar arasında yeni gelen
mülteciler ve daha sonra gelecek akrabalarını arayan insanlar vardı. Fakat Litarenya'nın
onu karşılayacak kimsesi yoktu.
Birkaç gün limana yakın bir bölgede kaldılar. Daha sonra Kalamaria
da mülteciler için hazırlanmış taşındılar ki burada da odundan barakalarda
kalıyorlardı. Bu barakalar 1. Dünya Savaşından kalmaydı. Allahtan hala yazdı ve
hava sıcaktı.
Anna mütemadiyen hastaydı. Litarenya'nın da bulantıları
oluyordu. Ama aklı oğlundaydı. ellerinin arasından kayıp giden Yorgos'unda.
Sahile inip, beklemek istiyordu gemileri. İnecekti değil mi yeni gelecek
gemilerin birinin güvertesinden?
Aralık ayı gelmiş, Litarenya'nın gebeliği artık görünür
olmuştu. Bir gün kızı Anna baş ağrısından ve şişmiş boğazından şikayet etti. Yokluk
ve sefalet diz boyuydu. Ne üstte giyecek, ne önlerinde yiyecek vardı. İlaç yok,
çay yok boğazına sürecek merhem yoktu. Menenjit olmuştu Anna. 3 gün içerisinde öldü. O kaya gibi sağlam ,
Litarenya un ufak parçalara ayrılmıştı. Hayat ondan parça parça her şeyini
almıştı. Geriye bir tek güçsüz bedeni kalmıştı. Aklını kaybetti ve kurudu
gözleri. Dünyada bakmalık bir değer görmüyordu çünkü. Kapattı gözlerini.
1923 Şubat'ında Litarenya bebeğini ve minik kıza "Anna"
dedi. Bu belki acısını hep taze tutacaktı ama, zaten evlat acısı unutulabilir
miydi hiç? Yeniden güçlü olma zamanının geldiğini anlamıştı. Evladına ve
kendine yeni bir hayat kurmalıydı yoksa onu da kaybedebilirdi.
Tanrının onları bırakmış olmasını düşünmesine rağmen, hayatı
3 yıl içinde iyileşti. Larissa'dan ipek işi yapan bir sanayici ipek işini bilen
elemanlar arıyordu. Tek seferde karar verdi. Selanik'ten ayrılıp Larissa'ya
yerleşecekti. Bütün mülteci hemşerilerini anılarıyla beraber orada bırakıp ipek
fabrikasında çalışmaya gitti. 3 yaşındaki Anna ile beraber 2 sene geceli gündüzlü
çalıştılar fabrikada. Ta ki fabrika yanıp kül olana kadar. Yine ümitsizliğe
düşen Litarenya'yı anavatanı Bursa'da öğrendiği meslek kurtardı. Yeni bir pamuk
dokuma fabrikasına dokuma sorumlusu olarak işe girdi.
Yıllar su gibi akıp geçti, Anna okullu oldu ve bir gün annesini
aynanın karşısında göğsündeki kitleyi yoklarken buldu. Annesi amansız bir
hastalığın pençesine düşmüştü.
Nasıl bir talihti, nasıl bir yazgıydı bu? Anna, annesini bir
kaç ay içinde kaybetti. Kaya gibi, her türlü zorluğa göğüs geren, yılmayan,
tükenmeyen, bitmeyen, sönmeyen annesini kaybetti. Parçalandı kaya, unu fak
oldu, tozlarına karıştı.
Topraklarından, köklerinden koparılan, savaşlarla
yokluklarla mücadele eden, ölümlere kayıplara göğüs geren; açlığa sefalete kafa
tutan güçlü kaya kaderine karşı koyamamıştı.
A.CEYHAN
Not: Bu yazı Simoskerassides in yayınlanmamış yazısından ilham alınarak yazılmıştır.
9 Ağustos 2013 Cuma
Suvla Şarapçılık
"Mitolojik kaynaklarda 'şarabın doğduğu yer' olarak gösterilen Gelibolu Tarihi Yarımadası yepyeni bir şarap markasına ev sahipliği yapıyor. İsmini yarımadanın Kuzey Ege sahilindeki Suvla Koyu’ndan alan SUVLA, şarabın doğduğu toprakların ruhunu yeniden canlandırarak, 'şato tipi' yüksek nitelikli şarap yapma idealini gerçekleştiriyor. Bu bölgenin şarapları, ait oldukları muhteşem coğrafyayı ve tarihle dolu bir geçmişi geleceğe taşımayı hayal ediyor.
Suvla Şarapları, Kabatepe bölgesinde deniz manzaralı çam ormanları ile çevrelenmiş, yoğun iyot ve reçine kokuları içindeki 440 dönümlük aile bağları Bozokbağ'da yetişen üzümlerden üretiliyor. İyi Tarım Uygulaması (GAP) Sertifikası'na sahip kendi bağlarında yetişen üzüm cinsleri; Cabernet Sauvignon, Merlot, Shiraz, Cabernet Franc, Grenache Noir, Petit Verdot, Chardonnay, Sauvignon Blanc, Roussanne ve Marsanne'dan oluşuyor. Şato tipi şarap üretebilmek için yakın mesafe prensibine göre, bağlara 3-14 km. uzaklıkta Eceabat'ta konumlandırılan Suvla şaraphanesi, yerçekimi sistemi ve özel soğuk hava odalarının da bulunduğu, gelişmiş teknoloji ve doğal yöntemlerin kullanıldığı çağdaş bir şarap üretim merkezi.
Bağcılık için çok elverişli bir coğrafyanın güçlü teruar desteği, yüksek teknolojik altyapı ve insan gücünün dengeli birleşimi ile, enologlar Jacques Antoine Toublanc, Charles Emmanuel Girard, Francis Poirelwww.litov-oenologie.fr/ Dimitar Dimov ve Eda Acılıoğlu'nun farklı yapım teknikleri ve zengin bir çeşitlilikle üretilen kırmızı, beyaz ve roze şaraplar; Kabatepe, Suvla, Sur, Suvla Reserve ve Suvla Grand Reserve serileri altında sunuluyor." (Suvla Şarapçılık'ın kendi internet sitesinden alınmıştır)
Suvla Şarapçılık Tarihi Gelibolu Yarımadasında gerçekten bir gizli zenginlik. Gerek bağları, gerek se üretim yerleri ve butikleri günümüz Türkiye Butik şarapçılığını farklı bir yöne taşır nitelikte. Yaptıkları ciddi yatırım sayesinde şu an pazarda da çok sık rastladığımız Suvla şarapları günden güne daha da iyi olacaktır şüphesiz. Yaratıcılarının etkileyici iştahı, samimiliği ve enerjisi şaraplarına da yansıdığında şato şarapları kalitesinde şaraplar içeceğimizden hiç şüphem yok.
Bu güçlü teruar'da üretilen henüz çok genç şarapların tadım notlarını bu konunun gerçek uzmanlarına bırakarak sizlere bu bölgeye giderseniz muhakkak uğranması gereken bir destinasyon olarak önerebileceğim Suvla tesislerine bir grup eşliğinde giderek şanslıysanız da markanın yaratıcıları ile tanışıp; bağları, bağ evini, üretim tesisini ve mahzeni gezmenizi tavsiye ederim. Söz bitsin kareler konuşsun diyorsanız işte size Gelibolu yarımadasında "yaratılmış bir güzellik"; biraz Provance biraz Tuscany esintisi bir yolculuk....
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)