9 Eylül 2013 Pazartesi

KAYALAR VE GÜLLER
“Fromasia Minör To The Resistance”
Simoskerassides in yayınlanmamış yazısına bir bakış


-Litharenia; Kurşunlu'dan Selanik'e

Latince de kaya gibi sert anlamına gelen bir adı vardı. Litharenia. Doğuştan yazgısına atıfta bulunulmuş muydu bilinmez ama bu kız adını hak ediyordu. Osmanlı'nın etnik mozaiğine mahsus Ortodoks Rumlardandı. 19. yy. sonlarına doğru Küçük Asya'nın denize kıyısı olan, Bursa'ya 20 km. Uzaklıktaki Elegmi (Kurşunlu) köyünde doğmuştu. Kurşunlu şehrin az dışında, güzel coğrafyası, güzel insanları ve temiz havasıyla adını herkesin bildiği bir cennetti. 2000 kadar nüfusunun çoğunluğunu Ortodokslar oluşturuyordu.


Köylü geçimini tarım ve balıkçılıkla sağlıyordu. Tarlalardan rızkını çıkaran çalışkan rumlar, köyde tütün ve buğday eker; ve muhakkak zeytincilik yaparlardı. Litarenya da ailesinin tarlasında kardeşleriyle birlikte tütün ve buğday toplardı.

Sofianides'lerin 3 çocuğunun en küçüğüydü Litarenya. İki erkek kardeşi de okula gidiyordu. Fakat küçük kız, o dönemde eğitimin kız çocukları için bir lüks sayılmasında ve okuyan kızlara kötü gözle bakılmasından dolayı okula gidemiyordu. Durum Müslümanlar da Ortodokslarda da böyleydi. Kızlar evde annelerine yardım ediyor, hayvanlara bakıyor, tarlalarda tütün ve buğday hasadına gidiyor; evlilik çağına gelince de münasip bir adayla evlendiriyorlardı.
İsyan eden yoktu. Kadere karşı gelen de. Alıp başını kaçan da. Litarenya da akranları gibi tarlada çalışmanın zorluklarına katlanıyor, fakat akşam sıcak çorbasını içip, gece yatağında İsa'ya şükrettiğinde her şeyi unutuyordu. Nasır tutan ellerini de, su toplayan ayaklarını da. Bir derenin akışına benzetiyordu hayatını; sakin ama coşkulu. Çocuk aklı böyle çalışıyordu. Gündüzleri üzerine düşen vazifeleri yapmalı, annesini ve babasını üzmemeliydi. Köyde arkadaşları ile oyun oynamaya da vakit buluyordu arada. Savaş mı? Kelimenin ne demek olduğunu bile bilmiyordu daha.
20. Asır barışçıl biçimde gelmişti. Su yolunda akıyordu.

Litarenya büyümüş ve serpilmişti. Maharetli elleri, güzel bir yüzü vardı. Parlak bir kızdı. Konu komşunun gözü üstündeydi. Annesi, kızının da aynı kaderi yaşamasını istemiyordu Bursa'ya göndermeye karar verdi. Şehirde önü açık olur, bir meslek sahibi olabilir ve güneş altında ot yolmaktan kurtulabilirdi.

Halası Bursa da yaşıyordu Litarenya'nın. Çocuğu da yoktu. Bu akıllı kızı kendi kızı gibi sahiplenip, bakacağını biliyordu annesi. Gözü arkada kalmayacaktı. Enişte Fransız İpek Fabrikasının müdürüydü. Hemen işe aldı kızı. Litarenya işi kısa sürede kavradı ve ekmeğini kazanmaya başladı. Hayatın üretince güzel olduğunun farkına varmıştı Litarenya. Ama artık aile kurmak istiyordu. Çok geçmeden bu da gerçekleşti 1909 yılının yazında Pavlov Makride ile evlendi. Demirkapı'da 2 katlı bir ev satın alındı genç çift için. Rum mahallesi idi Demirkapı o zaman. Konu komşu ile arası ile, hali vakti yerinde ve sevilen bir çift olmuşlardı. Ve ilk çocukları dünyaya geldi. 1910' da tosun gibi bir oğlan doğurdu. Yorgos koydular adını, büyükbabaya atfen. 1912 de Balkan Savaşlarının başlamasından hemen önce de kızı Anna doğdu. Anna abisi gibi değil, daha kırılgan bir yapıya ve güçsüz bir bünyeye sahipti.

Her şey Litarenya'nın arzu ettiği gibi giderken, mutlu hayatlarına kabuslar dahil olmaya başlamıştı. Etrafta savaş, ölüm, sürgün, baskın kelimeleri dolaşmaya başlamıştı. Dünya savaşı patlak vermişti. Ve korkunç söylentiler. Kötü alametler arka arkaya geliyordu. Ne olacaktı? Kıyamet mi yaklaşmıştı acaba? Devasa çekirgelerin tarlaların üstünü kapatıp güneşi ve gökyüzünü örtmesi olayı, Türklerin binlerce Ermeniyi katlettiği söylentileriyle beraber geldi. Herkes başka ağızdan konuşuyordu. Bir yıl sonra da Pontuslu Rumların katli söylentileri gelmeye başladı kulaklarına. Acı türküler çığırtılıyordu etrafta, kimi Rum kimi Türk lehçesinde.
Elegmi'den de haberler alıyordu sürekli. Köyde nispeten daha sakin bir hayat vardı. Küçük yere haber taşıyan az oluyordu. Litarenya'nın babası ve erkek kardeşleri seferberlikte askere alınmıştı, köyün diğer bütün erkekleri gibi. Annesi yalnız kalmıştı. Litarenya'nın bütün diretmesine rağmen, Demirkapı'ya onun yanına taşınmamış, anılarını biriktirdiği evini terk etmemişti. Siyahlara bürünmüş, mateme girmişti. Yıllar süren mateminim ardından da hayata gözlerini yummuştu.

Yokluklar ve acılarla geçen yılların ardından, Dünya Savaşının sonu gelmişti. 1919 da cephelerde Türk-Yunan birbirini kırmaya başlamıştı. Çünkü İngilizler, dağılacak Osmanlı topraklarından Yunan Başbakan Venizelos'a ağız sulandıracak teklifler yapmıştı. Tek şart; kılıcını Türk'e karşı kuşanacak bir Yunan ordusu idi. Öyle de olmuştu. Peki nasıl olurdu? Yıllardan beri kapı komşusu olan Mustafa nasıl olur da Yorgos'un kılıcıyla ölebilirdi. Aklı almıyordu. Ama söylenceler o kadar almış başını yürümüştü ki iki toplum arasında sağduyu yok olup gidiyordu.

Yunan orduları Bursa'ya girmişti. Yunan bayrakları dağıtılmıştı yerli Rumlara ve asılmıştı her yana. ilk defa görüyordu bu bayrağı çünkü ana dili bile Türkçe idi Litarenya'nın. Hep Osmanlı bayrağı altında büyümüştü. Sadece Ortodokstu. Tek fark bu. Aklı karmakarışıktı.

1922 yılında kocası Pavlov bir anda yok oluverdi. Kimse ona tam olarak ne olduğunu bilmiyordu. Söylenen oydu ki dağdan gelen Türk çeteciler tarafından alınmış ve öldürülmüştü. Sık sık olan olaylardı bunlar. Yunan işgali altında Bursa'da düzen ve dirlik yok olmuştu. Meydan bir kaç çapulcu çeteciye kalmıştı. Hakaretin, cinayetin, tecavüzün, hırsızlığın biri bin paraydı çetecilerde. zaman zaman haracını aldıkları Pavlov'a acımamışlardı bu sefer.

Haber fısıldanarak geldi ve bir çığlık olarak yayıldı etrafa. Bir alev topu düşmüştü ocağına ve yakıyordu dört yanı. Litarenya o sırada 3. Çocuğuna hamileydi. Yas tutacak, ağlayacak veya kocasını bekleyecek zamanı kalmadan Türk askeri şehri geri almıştı. Yunan ordusunun geri çekileceğinden haberleri bile olmamıştı. İşgal sona ermişti. Mustafa kemal'in ordusu Bursa'ya doğru geliyordu. Olana bitene akıl erdiremiyor, sağdan soldan akıl almaya çalışıyordu. Özet olarak kaçmalıydılar.

Şehri sözcüsü Propontis tüm kapıları tek tek çalıyor şehri acil terk etmeleri gerektiğini söylüyordu. Cephe çökmüştü ve herkesin bir an önce şehri terk etmesi gerekiyordu. şehri boşaltmaya en önce bizim mahallemizden başlamışlardı.

O günlerde Elegmi'den gelen Türk komşusu ise hamile haliye kaçmaması gerektiğini, onu bir süre saklayabileceğini en azından doğumu beklemesi gerektiğini anlatmaya çalışıyordu. Ama nafileydi bu ısrarlar. Propontis acil biçimde Mudanya'ya gitmelerini söyledi. Mudanya güvenli bir limandı şu an. Bunun koca bir yalan olduğunu birkaç gün sonra görecekti. Evden bir iki kap kacak, biraz ekmek bir iki kıyafet ve battaniye alıp 12 yaşındaki Yorgos ve 10 yaşındaki Anna ve karnındaki bebek ile sokağa attı kendini. Bir at arabası yoktu, hatta bir yük hayvanı bile yoktu. Hiç bir şey alamazdı yanına. Kafileler vardı sokaklarda elinde çıkınları ile. Derin bir sessizlik vardı kadın ve çocuk ağlamalarının dışında. Kimse tek bir kelime etmiyor, korkudan titriyordu sadece.

Bir çocuklarına bir de kendine baktı. Şaşkınlardı. Toparlanmalıydı. Güçlü olmalıydı, yoksa bu hengame içinde kaybolup giderlerdi. Omzunun üzerinden başını çevirip evine baktı son bir kez. Ön kapının anahtarını sıkıca tutmuştu elinde. Evini tanrıya emanet etti. Başka kimsesi olmadığını hatırladı. Babası, kardeşleri, anası ve kocası. Hepsi ölüp gitmişti. Tek dayanağı tanrıydı. Belki de son defa bakıyordu evine. Bilemezdi. Bohçasını omzuna attı, bir eliyle Annayı bir eliyle Yorgosu sıkıca tutup "ne olursa olsun elimi sakın bırakmayın" deyip kafilenin arasına karıştı. Düşenler, kalkanlar, ağlayanlar, geri dönenler... Gerçek miydi yaşananlar?
Poseidonos Caddesi mahşer yeri gibiydi. Herkesi burada toplamışlardı.



Yolları uzundu. Her 1-2 saate bir birileri gelip bir şeyler fısıldıyordu kulaklarına. Yok Mudanya'ya gidene kadar çeteler basacakmış kafileyi, yok Yunanlar şehre geri gelip kurtaracakmış herkesi, yok bunlar kıyamet alametleriymiş gök delinip akacakmış... Bir karar verdi. Çocuklarına da sıkı sıkıya tembih etti. Kimseyi dinlemeden trene kadar hızlıca yürüyeceklerdi.  İyi ki hiç bir eşya alamamıştı yanına yük olarak. Başaramazdı yoksa. Yüreği bir çok acıya göğüs germişti ama bedeni içinde bir can daha taşırken bu kadar yükü kabul edemeyecekti.


1 saat sonra Acemler mevkiine gelmişlerdi. Etraf Yunan işgalcilerin ve piyadelerin kamyonları ile dolup taşıyordu. O sırada bir bölük Fransız askeri geldi topluluğun başına ve Mudanya'ya gidemeyeceklerini söyledi. Pandarmos'a (Bandırma) doğru yol tutun dedi. Ne demekti bu? Evlerinden çıkarken buraya gelmeleri söylenmişti. Burada bir gemiye bineceklerdi, Yunan askerleri buradaydı ve sahip çıkacaklardı onlara. Ne değişmişti 1 günde? Neler oluyordu. Fransız asker fazla şanslarının olmadığını, Mudanya'nın tarafsız bölge ilan edildiğini ve derhal burayı terk etmek zorunda olduklarını söyledi. Mudanyalıydı Litarenya, oranın köyünde doğmuş büyümüştü. oranın topraklarını ekip, oranın suyundan içmişti. şimdi ise yasaktı girmesi. Bir an için askerlere yalvarıp bir şekilde Elegmi'ye gidip, komşularının yaptığı teklifi kabule etmek geçti aklından. Saklanabilirlerdi. Olmadı. Kafile ile birlikte geri çevrildiler. Yeni bir macera başlamıştı. Onca yol, binlerce kişi. Ama sonunda ışık görüyordu. Orada güneş doğacaktı  muhakkak.

Panoramos'a gelince gözleri gördüklerine daha fazla dayanamadı. Koyuverdi kendini. Umutlarının tükendiğini hissediyordu. Hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Günler süren açlık, susuzluk, sefalet bunun için miydi? En az 30000 kişi yığılmıştı limana. Herkes daha da perişan görünüyordu. Yunan askeri ise sürgündeki halktan daha da beter durumdaydı. Kimden yardım isteyeceklerdi. Hem zaten Yunan askeri de kim oluyordu? Aklını kaybetmek üzereydi. Sonra Kalabalığı biraz eliyle iteleyip yüksekçe bir yerden limana baktı. Orada demir atmış gemileri görünce yeni bir ümit filizlendi içinde. Gitmeliydi, kalabalığı yarıp, hemen, o gemilere binmeliydi. Sahile yakın iki gemiye bir grup halk ile Yunan askerlerinin bindiğini gördü. Yorgos'a hemen gemiye bin diye bağırdı. Küçük Yorgos ani bir hamleyle atladı gemiye ve hemen kardeşi Anna'nın elini tuttu. Onu ve annesini gemiye almalıydı, ama başaramadı. Mülteci seli Anna'yı derin bir anafor gibi içine çekti. Ayrıldı elleri iki kardeşin. Yorgos o gemiyle uzaklaştı limandan, son bir defa anasını koklayamadan, kardeşini öpemeden ve yeni doğacak kardeşini hiç göremeden.




Bu Litarenya'nın oğlunu son görüşü oldu.

Bir kaç saat bekledikten sonra kızıyla Selanik'e doğru demir alacak bir gemiye bindirildiler. 3 günlük yolculuktan sonra Yunanistan'ın 2. büyük şehrine geldiler. Liman insanlarla kaynıyordu, bu insanlar arasında yeni gelen mülteciler ve daha sonra gelecek akrabalarını arayan insanlar vardı. Fakat Litarenya'nın onu karşılayacak kimsesi yoktu.

Birkaç gün limana yakın bir bölgede kaldılar. Daha sonra Kalamaria da mülteciler için hazırlanmış taşındılar ki burada da odundan barakalarda kalıyorlardı. Bu barakalar 1. Dünya Savaşından kalmaydı. Allahtan hala yazdı ve hava sıcaktı.
Anna mütemadiyen hastaydı. Litarenya'nın da bulantıları oluyordu. Ama aklı oğlundaydı. ellerinin arasından kayıp giden Yorgos'unda. Sahile inip, beklemek istiyordu gemileri. İnecekti değil mi yeni gelecek gemilerin birinin güvertesinden?

Aralık ayı gelmiş, Litarenya'nın gebeliği artık görünür olmuştu. Bir gün kızı Anna baş ağrısından ve şişmiş boğazından şikayet etti. Yokluk ve sefalet diz boyuydu. Ne üstte giyecek, ne önlerinde yiyecek vardı. İlaç yok, çay yok boğazına sürecek merhem yoktu. Menenjit olmuştu Anna.  3 gün içerisinde öldü. O kaya gibi sağlam , Litarenya un ufak parçalara ayrılmıştı. Hayat ondan parça parça her şeyini almıştı. Geriye bir tek güçsüz bedeni kalmıştı. Aklını kaybetti ve kurudu gözleri. Dünyada bakmalık bir değer görmüyordu çünkü. Kapattı gözlerini.
1923 Şubat'ında Litarenya bebeğini ve minik kıza "Anna" dedi. Bu belki acısını hep taze tutacaktı ama, zaten evlat acısı unutulabilir miydi hiç? Yeniden güçlü olma zamanının geldiğini anlamıştı. Evladına ve kendine yeni bir hayat kurmalıydı yoksa onu da kaybedebilirdi.

Tanrının onları bırakmış olmasını düşünmesine rağmen, hayatı 3 yıl içinde iyileşti. Larissa'dan ipek işi yapan bir sanayici ipek işini bilen elemanlar arıyordu. Tek seferde karar verdi. Selanik'ten ayrılıp Larissa'ya yerleşecekti. Bütün mülteci hemşerilerini anılarıyla beraber orada bırakıp ipek fabrikasında çalışmaya gitti. 3 yaşındaki Anna ile beraber 2 sene geceli gündüzlü çalıştılar fabrikada. Ta ki fabrika yanıp kül olana kadar. Yine ümitsizliğe düşen Litarenya'yı anavatanı Bursa'da öğrendiği meslek kurtardı. Yeni bir pamuk dokuma fabrikasına dokuma sorumlusu olarak işe girdi.

Yıllar su gibi akıp geçti, Anna okullu oldu ve bir gün annesini aynanın karşısında göğsündeki kitleyi yoklarken buldu. Annesi amansız bir hastalığın pençesine düşmüştü.

Nasıl bir talihti, nasıl bir yazgıydı bu? Anna, annesini bir kaç ay içinde kaybetti. Kaya gibi, her türlü zorluğa göğüs geren, yılmayan, tükenmeyen, bitmeyen, sönmeyen annesini kaybetti. Parçalandı kaya, unu fak oldu, tozlarına karıştı.

Topraklarından, köklerinden koparılan, savaşlarla yokluklarla mücadele eden, ölümlere kayıplara göğüs geren; açlığa sefalete kafa tutan güçlü kaya kaderine karşı koyamamıştı.


A.CEYHAN

Not: Bu yazı Simoskerassides in yayınlanmamış yazısından ilham alınarak yazılmıştır.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder