3 Kasım 2012 Cumartesi

BONJOUR BURSA


 
Eşyaların kamyona yüklenip evin boşalmaya başladığı dakikalarda ben, gıcırdayan kapıyı hafif bir gün ışığı ile aralayıp, burnuma küf ve tozla karışık özlem kokusunu çekerek girdiğim çatı arasında içine hayatımı doldurduğum sandıkları karıştırmaya başladım. Kendi kendime geçmişten izler, hikâyeler ve umutlar arıyorum. Çocukluğumun, gençliğimin; 75 yılıma ev sahipliği yapan bu evde sona kalanlar bana kalanlar. Burada tek başıma oturup, bir tebessümle ağlamaktansa anılarımı sizinle paylaşabilir miyim? Bana bu zaman yolculuğumda eşlik eder misiniz? Yok yok endişelenmeyin sizi sıkacak uzun hikâyeler anlatmayacağım. Elinize ufak ufak parçalar verip, bütünü tümlemenizi istiyorum. Sararmış fotoğraflarımı da bu yüzden paylaşacağım sizinle. Bu eski ve tozlu çatı arasında beraber yaratacağımız hikâyenin kahramanı olmanız için.

Hep gezdim ben. 15 yaşından başlayarak doğduğum Fransız topraklarından, yaşadığım Avrupa’yı ve hayran olduğum Asya ile hayalini kurduğum Afrika’yı. Hepsini de yazdım. Eski bir dostum bana seyahatlerimi yazarsam onları ölümsüzleştireceğimi, defteri her açan içinde bir can, bir suret bulacağını söylemişti. Fotoğraf o anı, film zamanı gösteriyordu. Peki yaşananları? Bu yüzden gözümün gördüğü, kulağımın işittiği, dilimin tattığı, elimin dokunduğu her şeyi yazdım. Çoğu okurlarla buluştu, bazıları da unutuldu. Ama ilk seyahatimin öyküsü ne başkaları tarafından okundu, ne de benim için unutuldu. Bir sır oldu burada saklı durdu.

Size Bursa’dan bahsedeceğim ama “ben biliyorum” demeyin hemen. Size Bursayı anlatmaya koyulmadım. Hamamları, camileri, sahilleri, çarşıları çok kere duymuşsunuzdur. Ben size daha önce görmediklerinizden, hiç duymadıklarınızdan bahsedeyim.

1909 yılı yazı bitmek üzereydi. Sabah annem odama elinde bir zarfla geldi ve “bounnes nouvelles” dedi. Elinde salladığı müjdem,  Fransa’nın Bursa sefiri olan Mösyö Gregor ile evlenip Bursa’ya taşınan teyzemin gönderdiği karttı. Michelle teyzemle çok yakın iki arkadaştık. Onun, Lyon’dan ayrılıp çok uzak bir Asya şehrine gitmesi beni çok üzmüştü. Heyecanla zarfı yırttığımı hatırlıyorum. İçinden çıkan kartpostalda “sağ salim Bursa’ya vardıklarını, hepimizi öptüğünü ve en iyi dilekleriyle kucakladığını yazıyordu”. Mektupla beraber ipekten bir Osmanlı çatması ve biraz şekerleme de göndermişti, Lyon’a dönen dostlarıyla.

Fotoğraf: 19.yy Bursa çatması

Sevgili Claire sag salim vardık
Bütün ailemizle size kucak dolusu sevgi ve selam yolluyorum.
Mösyö ve madam Bonstan’a en iyi dileklerimi iletin. Hepinizi çok öpüyorum. Michelle Augustin
 
Annem, hemen hazırlanmaya başlarsam yaz bitmeden orada olabileceğimizi söylediğinde mutluluktan uçuyordum. Gerekli tüm ayarlamalardan sonra Constantinople’ye geldik. Yolculuk programımızın yarısını bu güzel şehirde geçirmek istiyorduk fakat eski sultanın tahtan indirilip yerine Sultan Reşad’ın tahta çıkarılması yüzünden, payitahtta ortalık çok gergin ve karışıkmış. Bu yüzden erteledik bu programı. (Daha sonraları İstanbul’u doya doya gezme fırsatım oldu tabi.)
 Fotoğraf: Temmuz 1909 - Sultan Reşat Han İkinci Bursa Sergisine katılmak üzere geldiği Ulu cami’den çıkıyor (Serdar Kuşku Arşivi)

Constantinople’ye geldiğimizde, bizi babamın dostu Mekteb-i Sultaniye hocalarından Mösyö Garniye karşıladı. Önceden temin ettiği vapur ve tren biletlerini bize teslim edip, fazla vaktimiz olmadığı için hemen bizi vapura götürdü. Sokakların çok kalabalık ve bir telaş içinde olduğunu hatırlıyorum. Küçük bir çocuk olarak çok yorulmuş ve gemiye biner binmez uyumuşum. Gözlerimi açtığımda bir iskeleye yanaşmıştık.  Heyecanla teyzemi aramaya başladık. İskelenin çıkışı karaya varış noktasında demir parmaklıklarla çevriliydi, ellerinde bavullar koşuşturan kalabalık, askerler, tüccarlar, görevleri birbirinden farklı tezkereleri ve bavulları kontrol eden zabıtlar… Şaşırıp kalmıştım. Batmakta olan güneşin, şeftali rengine bürünmüş ışığında limanın tam çıkış noktasında “bonjur Claire, bonjour” sesiyle şaşkınlığımdan sıyrıldığımda,  lacivert elbisesi, başında çok şık bir dantel şapka ile güzel teyzemin bana seslenerek geldiğini gördüm.  Kalabalığın arasından sıyrılıp ona bir dolu hasretle sarıldım. Treni kaçırdığımızı söyledi. Sonrasında karşılıklı iki kanepeli, önden ve arkadan körüklü, üstü kapatabilen bir landona bindik ve Bursa’ya, Mösyö Gregor’un çalıştığı Setbaşı’ndaki Fransız konsolosluk binasına geldik. Gelir gelmez sevgili dostum Jannie’ye “bir gün muhakkak buralara beraber geleceğiz” diye söz veren bir kartpostal attım.
Resim: Mudanya-Bursa tren bileti

Fotoğraf: Mudanya İskelesi 1925 (D.A.M Cumhuriyet Arşivi)
 
 
Fotoğraf: Clarie’nin Jannie’e attığı kartpostal

Bursa’da kaldığım süre boyunca her gün şehrin başka yerlerini gezdik. Burası bana bir önceki yaz gezdiğim Salzburg ve Inssbruck’u çağrıştırmıştı. Yeşilin türlü tonu, heybetli bir dağ etrafında toplanmış, şehrin içinden akan sular ve üzerilerindeki irili ufaklı köprüler aklımda bir masalsı bir dünya bırakmıştı. Batı panoramalarından en büyük farkı ise Müslüman kimliğine vurgu yapan, Olympos’la yarışmaya kalkan, göğe doğru uzanmış minareleri idi. O zaman Bursa’da yılın günleri kadar minare olduğunu duymuştum. Kuzeydeki bir tepelikte oturup karşı yamacı çizdiğimde inanın seksen minare sayıp yoruldum.
  
 
Resim: Bursa Camileri Gravürü

Bursa şehrinin tarihi yerlerini gezerken bir yandan da teyzem bizi dostlarıyla tanıştırıyordu. Bir akşam evine misafir olduğumuz Mehpare Hanım, bize ikram ettiği kahvenin ardından bana fal bakmış ve bir gün mutlaka buraya tekrar geleceğimi söyleyerek, o gün geldiğimde gördüklerimi yazmam için bana ipek kaplı bir defter armağan etmişti.

Fotoğraf: Kahve içen Kadınlar-Bursa (Nat.Geo.)
 
Bursa’da biraz matmazel, biraz genç hanım, biraz da ufaklık olarak geçirdiğim günlerden o defterime juillet, 1909- Brousse tarihi altında
“Su şırıltıları,
Her dilden sesler,
Yumuşak bir lodos dokunuşu ve
Mırıldanan Çınar ağaçları,
Fonda akasya ve erguvanlar
Çarşılarda mis
Turkuaz-mavi cami pervazları,
Sırtında Ulu bir güven,
Yaşamak istiyorsan bu hayali
Usul usul geçmelisin içinden
çünkü
Hayale dalmamışsa Şehir,
Belki uyuyordur hala geceden… “
 
Yazıp noktalamıştım…
 
Çok güzel geçen bir yaz tatilinin ardından Lyon’a dönerken bu güzel topraklara bir daha geleceğimi biliyordum.

Asya’ya ilk ayak basışımdan tam 19 yıl sonra Sevgili arkadaşım Jannie’ye çocukken verdiğim sözü tutup, onunla beraber tamamen değişmiş olduğunu düşündüğüm Bursa’ya tekrar gittim. Sene 1928’ti. Çok güzel bir yaz yaşanıyordu Mudanya’da vapurundan indiğimizde. Bu güzel şehri ziyaret etmiş eski Fransız gezginlerin kitaplarından aldığım notlarla özet bir program yapmıştık. Hemen trenin yolunu tuttuk. Tren düdüğünün çalması ile beraber çocukluk yıllarından hatırladığım manzaralar bir bir görsel şölene dönüşmeye başladı. İçinden geçtiğimiz yeşil bağlar arasından koşuşturarak yemiş toplayan çocuklar, yolculuğumuzun neşe içinde geçmesini sağladı.

Ve bir rampa sonunda karşımızda Olympos belirdi. Dağın kusursuz güzelliği yakındaki görüntüsünden çok uzaktan bakıldığında fark ediliyordu. Zirvesinde ufku çizen mermer kayaları, altında şehri örten ağaçları; kıpırtılı bir lodos gününde açık gökyüzüne karşı bir gövde gösterisi yapıyordu sanki. Bir şehre bağlanmak için tek başına bu bile yeterli değil miydi zaten? Büyülenmiştim.

Dar sokakların, ahşap evlerin, her taraftan fışkıran bahçe ve yeşilliklerinin arasında kubbeler ile yaldızlı minarelerin yükseldiği bu güzel ve güler yüzlü şehrin önlerine geldiğimizde “belli ki Bursa, kaldığımız zaman boyunca bir hayal dünyası yaşatacak bize” diye düşündüm.
Her iyi turist gibi önce büyüğünden küçüğüne, çinilisinden mozaiklisine, şadırvanlısından sütunlusuna, bütün camileri gezecektik gezmesine ama bir yerli gibi de kahvelerinde oturup, mesire yerlerinde piknik yaparak, düğünlerine katılıp, cenazelerine giderek, belki onlardan biri olup dut toplayarak biraz Türk gibi yaşayacaktık.

Kataloglanmış bir kartpostal albümü gibiydi Bursa’da yaşam. Aynı evler, aynı çarşılar, aynı bahçeler, aynı kadınlar, aynı erkekler, aynı yoksulluk ve tezadında aynı bolluk.

Sokaklar birbirine çok benziyordu mesela. Ahşap evler çoğu zaman arnavut kaldırımlı bir yokuşun hizasına sıralanmış, kırık dökük, biraz bakımsız ama çiçeklerle kaplıydılar. Hafif bir yokuşta, çıkmaz bir sokağın sonunda bir ev görmüştüm. Hiç unutmam ufacık avlusunda mermer bir çeşmeden su akıyordu. Su o kadar berraktı ki aktığını sadece elinizi altına koyduğunuzda anlarsınız. İki yabancı olarak kapı arasından meraklı gözlerle bakarken Türk misafirperverliği ile içeri davet edilmiştik.  Gölgedeki ortancalar, pervazlardaki sardunyalar ve mis kokulu sakızların arasından geçerek köşede inzivaya çekilmiş yaşlı dut ağacının altındaki sofaya oturmuştuk. Duvarları parlak beyaz boyalı, tavanları ahşap olan bu küçük evde yürürken yerden çıkan gıcırtılar, sıcakta açığa çıkan ahşap kokusu ve bizi bekleyen soğuk şerbetler en güzel Şanzelize kafesinde konyak içmekten daha keyifliydi.

Yollar her zaman bakımsız ve çukurlarla doluydu. Savaşın yaralarını sarmak için belli ki daha ne paraları ne de zamanları olmuştu halkın. Ama yorulmazdınız yürürken. Çünkü gözleriniz yerdeki düzensizliklere değil de üstünüze eğilen çınar, incir ve söğütlere dalardı. Her yer bir koruluktu burada. Eğreti yolların kesişme noktaları, yaşlı çınarların gövde gösterilerine şahitlik ediyordu. O Sıcakta biraz soluklanmak için gölgesinde dursan, bir de altındaki çeşmeden buz gibi sular sunar misafirlerine. Bursa’da ne gölgede dinlenmeye doyabilirsin, ne de soğuk sulardan kana kana içmeye.
 
Önceki Bursa seyahatimizde, annemin dostlarımıza bir sandık dolusu hediye aldığını hatırlıyorum. Bizde boynumuza bir eşarp, bir de gömleklik almak için çarşı pazarı görmeye gitmiştik bir gün. Orda da başka bir film vardı görülmesi gereken.
 
Simitçi, şerbetçi, işportacı, şekerci, kebapçı, takunyacı, kumaşçı… her biri her yerde veya hepsi bir yerde. Burada göz ne dükkânları birbirinden ayırabiliyordu ne de ürünleri. Her yerde sadece adamlar vardı.  Şekerlemecilerin sergileri önünde cam kavanozlar dizilmişti.  Kuru meyveler, kurabiye vs. renkli kokulu şekerler. Kebapçılardan dışarı ağır kuzu eti kokusu geliyordu. Şerbetçiler genelde esnafa çalışıyordu. Yorgancılar tezgâhların önünde oturuyor müşteri bekliyordu. Aslında en büyük Avrupa şehirlerinin alışveriş caddelerinde bulunamayacak kadar çeşitli el emeği ürünler burada değersizmiş gibi alt alta üst üste istiflenmiş ve vitrin olmadığı için bir karmaşa ve sıkışıklık arasında kaybolup gitmişler. Türlü çeşitli ipekliler,  brokarlar, taftalar, çeşitli kokular, baharatlar, şekerler, ayakkabılar, yorganlar, ekmekler, çoraplar, bakır güğümler, gümüş kaseler..

Fotoğraf: Yorgancılar çarşısı (Sami ekin)

Charles Edouard Jeanneret (Le Corbuiser) bir kitabında “fotoğraf makinesi aylakların kullandığı bir araçtır, kendi görme işlerini yaptırmak için bir makine kullanırlar”….demiş. Doğru. Çarşıda çektiğim fotoğrafları göstersem şimdi size sadece o “an”’lar çok sönük kalacak bütün zamanlar içinde. Aynı kendi seyahat günlüklerimde yazdıklarımı okuduğum anlardaki gibi. Sayfaları karıştırıp geçmişe dair yazdıklarımı okuyunca içimde çırpınan kelebekler birden durur, anlarım ki zihnimden kaleme dökülen kelimeler gördüğüm ışıltılı güzellikler yanında sönük kalmıştır. Hâlbuki burada gördüğüm her şey bir esin için tohum olmuştu bana. Lyon’a dönerken yanımda getirdiğim kumaşlar üzerinde çalışmış daha sonra kendi desen atölyemi kurmuştum. Ayrıca Hindistan’ı ziyaret fikri de Bursa aktarlarını gezdikten sonra aklıma düşmüştü. Ya kayağa ne demeli? Yazın Uludağ’a çıkıp o güzellikleri görünce kışın tutturmuştum “Alplere gidip kayak yapacağım” diye de olan uzun süre kalem tutamayacak olan zavallı koluma olmuştu.  

Uludağ demişken, dağ eteklerinde öyle güzel mesire yerleri mevcut ki. Yüzyıllık çınarların ortasında, şehrin en büyük su kaynağının çıktığı Pınarbaşı işte bunlardan biri. Türklerin açık alan ve piknik sevdası bu güzelliklere sahip olmalarından olsa gerek. Gittiğimizde, Pınarbaşı bir bayram kutlaması dolayısı ile cemiyetli idi. Dönme dolaplar, salıncaklar, şerbetçiler, kebapçılar geniş meydanı doldurmuşlardı. Ağaçların arasına kurulan salıncaklarda çocuklar ve kadınlar eğlenirken erkekler kahvehanelerde nargile tüttürüyorlardı. Kahvehanelerin tepesinde hafif bir mavi bulut oluşmuş, fokurtu sesleri kaba saba konuşma seslerine karışmıştı.

Fotoğraf: Pınarbaşı’nda bayram (Kent Müzesi Arşivinden EUA)
 
Karmaşayı temsil eden bu yaşam manzaralarının biraz ötesinde selvi ağaçlarının altındaki birkaç oyma mezar taşı ile sessizliğin hüküm sürdüğü mezarlar da ölümü anlatıyordu.
Doğuyu gezen Avrupalılar burada ölülerin gömülü olduğu yerlerin çekiciliğine kapılmadan edemez. Mezarlıklar şehrin ortasında, çoğu zaman evlerin bitişiğinde bulunur. Müslüman mezarlığında insan her ölü için durup ağlamak ister, inanın, Her ölü o kadar munis ve cana yakındır ki! Ovadan tepelere baktığınızda da yeşilliği ve türlü ağaçları ile dikkat çeker bu mezarlıklar. Şehirde büyük köşklerin dışında bu kadar bakımlı bahçeler bulamazsınız. Hatta yuvarlak tepeli ve uzun taşların arasında bazen yerde karpuzlar, ağaçlarda da kiraz ve erikler görürseniz şaşırmayın. Tohumdan çıkmış bir meyve yaşamı, toprağa giren bir ölü ölümü temsil eder burada.

Hayatının baharlarını çoktan geçirmiş yaşlı bir kadın olarak kendi adıma konuşmam gerekirse; biçilmiş çimleri, üzerinde sadece doğum ve ölüm gününün yazdığı düzenli dizilmiş granit taşları ile çok nadir ziyaretçi ağırlayan Alafranga şehir dışı mezarları yerine; yabani yeşil otlar arasında, bir selvi ağacının siyah gölgesi ve yağmur sonrasındaki toprak kokularının etrafı sardığı bu Alaturka samimi mezarlarda yatmayı tercih ederim.

İnsan geçmişe dönüp gençlik yıllarındaki tazelik ve güzellikleri düşününce birden kendini böylesi bir melankoli içerisinde bulabiliyor işte. Siz bana bakmayın. Güneş yavaş yavaş tavandaki ufak pencereden çekilmeye başlıyor. Belki de bu sandığı kapatıp gitmenin vakti gelmiştir.

Bugüne kadar tek yazmadığım seyahat günlüklerimi yerinde yazmaya gidiyorum şimdi. Çünkü Bursa, insanı kendine bağlayan esrarlı bir sarmaşıktır. Görünüşündeki gizemi ve güzelliği yaşayıp, yoksulluğu, düzensizlikleri ve karmaşayı göz ardı ederseniz dolanır durur etrafınıza.  Kıpırdayamazsınız…
 
Fotoğraf: Pınarbaşı mezarlığından  (EUA Arşivi)

Not: Bu hikâyedeki kişiler tamamen hayal ürünü olup, gerçek zaman ve kişilerden esinlenerek yazılmıştır.
ASLIHAN CEYHAN-BURSA 2011




x

1 Kasım 2012 Perşembe

Bursa Bölge Senfoni Orkestrası ve Muhteşem Virtüoz Roudine

Bursa Bölge Senfoni Orkestrası bu gece (01.11.2012 Perşembe) Atatürk Kongre Kültür Merkezinde Çaykovski'yi "konuk etti". Konser saatinden 45 dakika önce başlayan "müzik konuşmaları" çok sesli müziği bilinçli dinlemek adına önem taşıyordu. Doç. Mesruh Savaş'ın düzgün diksiyonu ve dinleyicileri elinde tutan hitabeti sayesinde Çaykovski'yi yakinen algılama fırsatı bulduk. Müzik konuşmalarının gün geçtikçe katılımcısı artacaktır, hiç şüphe yok. Çünkü samimi, ukalalığa ve gereksiz terminolojilere yer vermeyen süresi de içeriği de tadında bir sohbetti. Kendi adıma defalarca biyografisini okumuş veya eserlerini dinlemiş olmama rağmen bir gün örneğin "Kim 500 Bin İster Yarışmasında" 100.000 'lik soruda sorsalar "Manfred adlı ünlü senfonin bestecisi kimdir?" diye herhalde %50 joker hakkımı kullanmak zorunda kalır belki de yanlış cevap verirdim. Çünkü okumanın yanında yaşamak, tatmak, tutmak, dokunmak kısacası tecrübe etmek bilgileri ve deneyimleri kalıcı yapar. Ben buna inanırım. Bu bağlamda bu konser binlerce sayfa dolusu bilgiydi beynime kazınan. Örneğin şimdi, tamamen dinlediklerimden sentezlediğim kısa bir Çaykovski biyografisi özeti yazacağım sizlere, ardından da dineldiğim senfonilerin kısa bir değerlendirmesini yapacağım. Bakın bakalım aklımda kalanlara; en azından "başlangıç seviyesinde bir çok sesli müzik dinleyicisi" olabilmiş miyim? Çaykovski 19.yy'ın sonlarında Rusya'da doğuyor. Önce hukuk eğitimi alıyor ardından konservatuar öğrencisi oluyor. Daha konservatuar yıllarında bir çok beste yapmaya başlıyor. Talihsiz bir evlilik sırasında mutsuz yıllar geçiriyor. Eşinden boşanması, eşinin boşanmanın peşi sıra intiharı, sanatçının zatürreeye yakalanması gibi bir dolu felaketten sonra kardeşiyle beraber inzivaya çekilir gibi İsviçre'de Cenevre Gölünün kıyısna taşınıyor. Bu dönemleri atlatmasında ve kemana yaklaşmasında en önemli faktörün Kotek adındaki yakışıklı keman öğrencisi olduğu söylenir. Belli ki duygusal bir ilişkileri de olmuş bu genç oğlanla. Bu dönemde keman konçertosunu yazıyor bu akşam dinlediğimiz 1. Eser. Daha sonraları Çaykovski'nin herkes tarafından çok iyi bilinen eserleri geliyor peşi sıra Romeo ve Juliette, Manfred, Kuğu Gölü, Uyuyan Güzel, Fındıkkıran...Geneline baktığımızda Çaykovski (tchaikovsky) gerçek bir romantik Rus besteci. Bu akşam seslendirilen "Keman Konçertosu Op.35 Re Majör" adlı eserde, bu romantizminin yanı sıra hayatının tecrübeleri gibi dinamik, canlı ama bir o kadar taşkın duygular hissediliyordu. Eseri seslendiren solist Fedor Roudine ise çok başarılıydı. Biyografisindeki her ödülü hakikatten "bileğinin hakkıyla" almış (http://www.fedorroudine.com/#!home/mainPage) . Bu bir keman virtüözü için kaba bir tabir oldu galiba ama, sahnede kendisini izleseydiniz 20 yaşında bir devdi. Elindeki Stradivarius kopyası ile bütünleşen bedeninde tüm eseri hissettiğini bizlere gösterdi ve her noktayı bize hakkıyla geçirdi. Dakikalarca alkışlanan sanatçı konserin geri kalanını ise yanımızdaki koltukta kız arkadaşıyla oturarak izledi ve sonunda orkestrayı alkışladı. İkinci eser "Manfred" ise, Çaykovski'nin 7. Senfonisidir. İngiliz şair Lord Byron'un manzum dramından alınarak 1885 yılında yazılmış. Byron'dan alınma konu besteciye Balakirev tarafından verilmiş. Eser dört bölümden oluşuyor. Dört bölümde eşsiz bir ustalıkla, değişen duygular, temalar ve ritimlerle geçiyor. Özellikle 2. Bölüme konu olan "çağlayanın oluşturduğu gökkuşağı" senfoniyi dinleyenlerin gözleri önünde canlanıyor. 3. Bölüm pastoral ve gitgide artan bir gerilimle bir orkestra romansına dönüşüyor. Aradaki çan vuruşları ise bir anda ortalığı karartıyor. Son bölüm ise tipik bir Rus marşı tadında gelişen ritimlerde ve bu ritm bölüm boyunca derece derece yükselerek bir org eşliğinde dramatik finale ulaşıyor. Bu dramatik final ile gecenin finali de geliyor. Şef Fahrettin Kerimov yönetimindeki orkestra dakikalarca ayakta alkışlanıyor ve sanat dolu bir gece daha sna eriyor. Ama Bursalılar şanslı çünkü bu muhteşem müzik ziyafeti her perşembe Merinos Kongre Merkezinde veya cuma günleri U.Üniversitesi Mete Cengiz Kültür Merkezinde sizleri bekliyor. Sanata ayıracak vakti olanlara en güzel haber ise bilet fiyatlarının düşüklüğü ve bilet bulmanın kolaylığı. Avrupa başkentlerinde veya en azından İstanbul'da bile böyle bir konseri izlemek için en az 1 ay öncesinden bilet almak ve bu bilete 20 euro ödeyenlerin yanında bizler klasik müziğe 10 tl'ye doyuyoruz. Metro'dan kongre merkezinin önünde inip, konser saatinden biraz önce salona gelip, müzik sohbetlerine katılmak da cabası. Bundan iyisi mi? Bilmem! Belki de hafta boyunca kulağınızda kalan keman tınısı...

11 Eylül 2012 Salı

Kitapların Diliyle Bursa

Bursa'da Yaşam 31.05.2011



Gök delindi sanki! Deli bir lodosun ardından bir anda indiren yağmur, eğer acele edip sığınacak bir yer bulamazsam, iliklerime kadar ıslatabilir beni. Az önce önlerinden geçtiğim gençler, yağmurun bastırmasıyla birlikte, kırlangıçlar gibi tek sıra tünedikleri duvardan art arda zıplayarak, yine tıpkı bir kırlangıç sürüsü gibi yanımdan koşarak geçerlerken bana da yol göstermiş oldular. Buraların yabancısı olmadıkları belli, aklım onları takip et diyor…
Gençlerin ardından girdiğim bahçede ilk gözüme çarpan kameriyenin altına doğru yürüdüm. Bekledim biraz… Yabancı olduğumu sezen güvenlik görevlisi;
-Yağmurun durmasını bekliyorsanız, kütüphaneye inin isterseniz, sıcak bir çay ikram edelim, dedi. Bundan iyisi can sağlığı…  Ama ben neredeyim?
- Neresi burası?
-Ünikent öğrenci evleri.
-Burada Kütüphane de mi var?
-Evet, yeni açıldı? Buyurun, kütüphanemizi görmüş olursunuz.
Güvenlik görevlisinin peşine düşüyorum. Kısa bir yürüyüş ve üç beş basamak merdivenden sonra kütüphanenin kapısına varıyoruz. Giriş kapısının sol tarafındaki tabelada “Mümin Ceyhan Bursa Kültür Kaynakları Araştırma Kütüphanesi” yazıyor. İçerde bilgisayarın başında oturan görevli kapının açılmasıyla birlikte başını bize doğru çeviriyor. Güvenlik görevlisi;
-Hanımefendi kameriyenin altında yağmurun dinmesini bekliyordu, buraya getirdim, diyerek açıklama yapıyor. Ahşabın sıcaklığının çerçevelediği, sırt sırta vermiş kitaplarla dolu rafların ortasındayım. Genç görevli; buyurun, diyor…  Yağmurun dinmesini bekleyeceğim. Hiç acelem yok. Montumu sandalyenin arkalığına takarken masanın üzerindeki kitap çekiyor dikkatimi. Bir Masaldı Bursa… Dört bir yanımı saran, O masal kentin zamanlarını günümüze taşıyan mürekkebin şahidi kitaplar! Bilinmeyen zamanlardan başlayıp, Hz. Süleyman ile efsaneyi yakalayan, Prusa’dan Bursa’ya uzanan sürecin şahidi kitaplar…
Yılların birikimini, nisyan ile malul hafızamızda zinde tutmak, çabasından uzak kalındığında… Enis Batur bu kitabı elimde sımsıkı tutup, böylesi yağmurlu günlerin melankolik havasında camdan süzülen azıcık ışık ile okumam için bir davet gönderiyor sanki: “…hele Bursa gibi kökü kökeni derinlere inen, güçlü bir imparatorluğun beşiği, onun küllerinden doğmuş bir Cumhuriyetin kavşak-kentlerinden biriyse söz konusu olan: Onu, ilk izleyen, belirtilerden, nişanlardan bugünkü toplam karmaşasına sürükleyen bütün olaylar, insanlar sonsuz çeşitlilikte tabakalar kurar, başı ucu açık bir labirentle özdeşleşirler.”
Kenti sırtlayarak, zamanın ötesine taşıyan, dünün aynası, geleceğin ışığı kitaplar bir koro halinde Bursa türküleri söylemeye başladılar sanki. Sustum… Dinliyorum..
Dijital dünyanın nimetleriyle burada kol kola girmiş olsa da; hissedebilenin varlığından vazgeçemeyeceği kitapların ortasındayım. Eski ciltlerin, saman kâğıda basılı kitapların, dokunabileceğim bir tarihin ortasında. Uzun zamandır şöyle, sararmış, hatta kimi yerleri küf tutmuş, içinde eski sahibinin çizik satırları, not alınmış telefon numaraları olan kitapların arasında bulmamıştım kendimi. Eskiden pazarları çarşıda tezgâh açardı sahaflar, artık onlar da yok ki…
Etrafıma hem şaşkın hem de meraklı gözlerle bir daha baktığımda rafları dolduran kitaplarda, sobası başında ahretliği ile huzurla oturan, camdan yağan yağmuru izleyip radyoda en sevdiği türküleri dinleyen bir insanın saadetini görüyorum. Onlar bu şehrin kitapları, bu şehrin tarihi. Hepsi ait oldukları yerde, olması gerektiği gibi duruyor, onlara uzanacak ilgi dolu bir eli bekliyorlar...
Bir dokunsam neler anlatacaklar kim bilir?
Bursa’nın; en eski tarihli ve zengin şer’iyye sicillerine sahip olduğunu biliyor musunuz? Diye soruyor İsmail Bey, kendisinin tarihçi olduğunu ve şimdilerde Osmanlı Bursası tarihinin sosyolojik, ekonomik, ticari açıdan ele alan kaynakları okuduğunu eklerken. İşte Osmanlı hukukunun en temel kaynaklarından biri olan Şer’iyye Sicillerini kütüphane raflarına koymayı hedeflediğimiz günlerde Nurcan Abacı, 2007 yılında Harvard Üniversitesi tarafından yayınlanan “The Ottoman Judges And Their Registers; The Bursa Court Register B-90/295” adlı çok nadir bulunan eserini bizlere hediye etti. Bakın, şer’iyye sicilleri şehrin yazıldığı dönemdekiher şeyini anlatır size; ticaret, hava durumları, gündelik yaşam. Burada depremlerim, yıkımların, tadilatların çetelesi tutulmuştur; aile sırları da bu sayfalarda dökülür ortaya…

Sayfalar çevrilirken, kitap anlattı ben dinledim şehir hikayelerini.. 
“Bursa’nın Emirsultan Mahallesinden Rabia Hatun binti Hasan kocası Musa Bin Veli’den altı bin gümüş bir dirhem mihr karşılığında boşanmış ve süt emen kızının yedi yaşına gelinceye kadar bakımını üstelenmiştir (473 numaralı belge s.293)
“Küplüce Köyünden Osman Bin Mustafa, aynı köyde bulunan evini eşi Şerife Kerime Hatun’a yüz kuruşa satmıştır. Paranın tamamını almıştır. Evin eşine ait olduğunu beyan eder (78 numaralı belge s.283.)”
İlerleyen sayfalarda yine kadınların o dönemde genellikle aile fertlerine özellikle kocalarına mülk sattıklarını ve kocalarından mülk aldıklarını gösteren tutanaklar tutulmuş. Bu konu ile ilgili diğer bir kaynak olan Haim Gerber’in “Bir Osmanlı şehri olan Bursa’da kadının sosyo ekonomik statüsü (1600-1700) adlı makalesinde de 17.yy Bursa’sında kadınların aktif borç verici ve alıcı olduklarını belirtmiş. Yine borç verdikleri taraf kocaları imiş. Sizce tahsil edebilmişler midir? Sicillerin devamına bakmak gerek.
Beyin öğrendikçe daha çok iştahı kabarıyor, her çiçekten bal almaya çalışan arı gibi bende her kitaba el atıp bilgi almak istiyorum. Söz konusu içinde yaşadığın kent olunca her şey hem sana çok yakın hem de bir o kadar yabancı kalıyor.
Bir kenti çözmek, günahları hesaba çekip, öz değerleri arındırmak, mümkün müdür, diye düşünürken; birbiri üstüne gelerek şehrin değişimini anlatmayı üstlenmiş il yıllıkları çarptı gözüme.
“Raflarda en eski olarak H 1286 (1869), yılında yayınlanan “Sâlnâme-i Hüdâvendigâr Vilayeti. 1286 Hicri Senesi. Def’a 1” bulunuyor. Tam 12 yıl düzenlice çıktıktan sonra, tek tük aksamalar başlamış olsa da H 1325 (1907) yılına kadar devam etmiş. Uzun bir aradan sonra “Bursa Vilayet Sâlnâmesi. 1927 Senesi Def'a 35” adı altında cumhuriyet dönemi salnamesi basılmış. Devam eden dönemlerde ise 1934, 1967 ve 1973 yıllarında, her il gibi, Bursa il yıllığı da yayımlanmıştı” diye bir giriş yapan İsmail Bey, 1934 yıllığını raftan alırken yere bir fotokart düştü.


“Bayramınız kutlu, göynün şen, göğsün merhametle dolsun” 3.3.1936 eşin emine…

Emine hanım, Bakü’den atına binip Mısıra giderek orada tahsilini tamamlayarak Bursa’ya; Yıldırım Medresesine gelip mollaları yetiştirmekle ömrünü geçiren Dağıstanlı Hacı Zeki Efendi’nin kızıymış. Ön tarafında 1930’ların Atatürk Meydanı’nın resmi bulunan kartı eşi Seyfullah Bey’e yollamış. Foto kartın yanında bir de kenarları yırtılmış, aile albümünden çıkma bir fotoğraf buluyorum.
Kütüphaneye torunları Süheyl Cansev Ünaltay’ın hediye etmiş olduğu bu fotoğrafta talebesi Faik Bey ile 1910 yılının Eylül ayında Yıldırım Türbesi önünde bir Alman fotoğrafçı tarafından görüntülenmiş Hacı Zeki Efendi. Ülkesine dönen Alman, posta ile fotoğrafı kendisine yolladığında Müftü Hacı Zeki Efendi o dönemki koşullarda fotoğrafı saklamak istemeyince yırtmak istemiş. Eşi, elinden alıp saklayınca fotoğrafı kızı Emine Hanım ve torunları sayesinde günümüze kadar taşınmış. Daha da ileriki kuşaklara taşınması için torunları kütüphaneye bağışlamış eski aile fotoğraflarını. İsmail Bey daha bunun gibi birçok eski Bursalı ailelerin fotoğrafları ile dolu bir resim arşivleri olduğunu belirtiyor.
Fotoğrafı yerine koyup tekrar yıllığa göz gezdirmeye devam ediyorum. Dolu dolu geçen bir yıl olmuş 1934 Bursa’da. Türkiye’de ilk kez bir kadın, belediye başkan yardımcısı olmuş; Bursa Belediye Meclisi Zehra Hanım’ı başkan yardımcılığına seçmiş. İşte o belediyenin fen işleri faaliyetlerini anlatıyor bu satırlar. 
 “Bursa Belediyesinin günden güne ilerliyen, muntazam bir plan dairesinde tekemmül eden şehri imar faaliyeti bütün manasile göze çarpmaktadır. Gazi paşa caddesinin set başına doğru açılarak parke döşenmesi, zafer meydanının tevsii, tophane yolunun yapılmış olması, Belediye gazinosunun inşası, İtfaiye garajının yapılmakta olması….gibi muvaffakiyetler bu faaliyetin müspet neticeleridir.
Şüphe edilemez ki bu faaliyet devam ettikçe Yeşil Bursamızı kâgir ve beton binalarla imar edilmiş, ahşap binalardan kurtulmuş olarak yakın bir zamanda asri bir şehir halinde görebileceğiz. Ancak şehrin şarka mahsus tabiliğinin kaybedilmemesine de dikkat edilmektedir.”
Belediyeler, azalar, yeni yönetimler, her sene tekrarlanan bütçeler; kaydı tutulan her olayla karşılaşıyorum raflarda. Bir yandan şehir hızlı bir modernleşme sürecinde doğuya has özelliklerini kaybetmeden şehirleşmeye ve işgalin yaralarını sarmaya çalışırken bir yandan dünya yeni savaş ortamına giriyor. Bursa da her yer gibi bundan nasibini alıyor. Ayağa kalmaya çalışırken nelerle mücadele ettiklerini anlatmak istiyor 934 yıllığına yaslanmış duran Bursa CHP İvazpaşa Ocağı’nın 1942 kongresine arz edilen bir senelik mesai raporu:

Dilek, şey Hamit Mahallesi yeni sokağına bir lamba idi.
Bütün dünyanın hali hazırdaki büyük harp faciası dolayısıyla malzeme tedarikinde son derece güçlük baş göstermiştir. Vaziyet böyle iken dileğinizi ele alan partimiz ehemmiyetle üzerinde durmuş ve Belediyemizin lütuflarıyla…. sokağına bir ki cem’an dört lamba konulmuş ve o sokaklar aydınlatılmıştır. Bu güçlüğe rağmen Belediyemizin bu hizmeti şayanı şükrandır.

Bir lambanın mevzu bahis edildiği toplantılardan, Bursa’yı dünya kenti yapmaya yönelik projelere doğru uzanan şehir tarihi… Göz alıcı sadeliğinden uzaklaşarak, bir karmaşaya dönüşen şehrin tarihi!
Sokaklarında gezerken çoğu zaman tarih içinde kaybolduğunuz şehir! Kimliği nedir? Tarihin hangi döneminin Bursa’sıdır burası? diye şaşırır kalırsınız. Mysia’nın Olympus’u, Roma’nın Prusa ad Olympium’u, Bizans surları ya da Osmanlı camileri? Bu şehir kaç defa yıkılmış, kaç defa yakılmıştır… Ne depremler, yangınlar, seller, işgaller atlatmıştır. Okursanız bilirsiniz, ya da benim gibi dinlerseniz duyarsınız…
Olympus Mysius, Cebel-i Ruhban ve Keşişdağı gibi değişiklikler geçirdiği halde heybetli cisminde hiçbir tahavvül olmayan Uludağ’ın eteğinde, cismi daima değiştiği halde ismi hiç değişmeyen Bursa’lar görürüz. Hayrullah efendi’nin de 19.yy.’da gördüğü ve hayretler içinde kaldığı bu üç bursa, işte bu muhtelif Bursa’lar silsilesinin en sonuncularındandır. Diye fısıldıyor İsmail Hami Danişmend “Üç Bursa” yazısında 1948 yılında.
Bursa zamanının gözde kızlarından olsa gerek, görücüsü de çok olmuş. Kütüphanede dolaşırken anlıyorsunuz. Seyahatnameler, raf olmaktan çıkmış bir dolaba sığmıyor. Çoğunlukla batılı seyyahların kaleminden okuduğum şehrin, en önemli doğulu gezginlerinden biri de İbn Battuda. 1333 yılında Bursa’ya geldiğini anlatıyor “Ebu Abdullah Muhammed İbn Battuda Tanci, Rıhlet-ü İbn Battûta adlı kitabında. O anlatırken ben gözümde canlandırmaya çalışıyorum… akademik çevreler tarafından çoğu şeyi “işkembe-i Kübra” dan attığı söylense de, hüzünlendiriyor beni anlattığı panaroma.
“…sonra Bursa şehrine vardık. Bursa muazzam bir şehir, çarşıları güzel, caddeleri geniş. Bahçeler ve gür çaylar çeviriyor şehri. Şehir dışında sıcak akan bir memba var, büyük bir göle dökülüyor. Onun üzerine iki hamam yapılmış, biri erkeklere, diğeri kadınlara ait. Hastalar uzak diyarlarda gelip bu kaplıcada şifa bulurlar…” diyerek Bursa’dan nasıl etkilendiğini anlatıyor.
Tarih, seyahatname, coğrafya derken kütüphanenin kapısı çalınıyor ve içeriye giren kurye İş bankası yayınlarından “Bursa Mutfağı” kitabını getiriyor. Tesadüf bu ya, kitabın seyahatnamelerde bursa mutfağı kısmında yine karşıma çıkıyor İbnBattuda. Şehrin caddelerini sularını, çarşılarını anlattıktan sonra Ahi Şemseddin zaviyesine gittiğini orada eyyam-ı aşura (aşure günü) yaptığı iftar ve sema sonrasında “türk illerinde yaşadığım en güzel günlerden biri oldu” diye noktalıyor yazısını. Bursa kebabından kimse bahsetmemiş mi acaba diye meraklanırken İsmail Bey elime başka bir seyahatname veriyor; 1800’lerde Bursa’da yaşayan ve yaşadıklarını Bursa ve Civarı” adlı kitapta özetleyen Marie De Launay yediği türk kebabını şöyle anlatıyordu “çarşıda koyun etini parça parça kesip büyük bir şişe geçirerek, herkesin iştahını artıracak şekilde fırıl fırıl çeviren kebapçılar vardı…”
Birkaç sayfa daha çevirdiğimde bursa mutfağının özel günlerinden olan “eve görücü gelmesi” bahsinde kız istemeye giderken erkek tarafının kız evine mutlaka armut kurabiyesi götürmesi gerektiğini öğreniyorum.. Armut kurabiyesi nasıl mı yapılır? Tarifi ilerleyen sayfalarda mevcut, görücüye gidecekler muhakkak okusun.
Kebaptan, kurabiyeden bahsetmişken, Bursa’nın ürün pazarının genişliğini ve şehrin döneminin en önemli borsalarından biri konumunda olduğunu gözler önüne seren bir kitabı alıyorum elime. Bunu geçenlerde bir dost meclisinde sordulardı bana. “tarihteki ilk standartların nerede yapıldığını biliyor musun?” diye. Biliyordum ama hiç elime alıp okumamıştım.
İsmail Bey, Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi’ndeki orijinalinden sayın Nezaket Özdemir’in çoğaltıp kütüphanelerine hediye etiğini söylüyor kitabı. Doğru cevap: Bursa ve “Kanunname-i İhtisab-ı Bursa”.Türkçesiyle dünyadaki ilk tüketici kanunu, ilk standartlar kanunu. Şimdiki standartlardan bir farkı yok aslında, değişen sadece ölçü olmuş, karmaşıklık aynı.
İktidar sahibi padişahtan gelen emirde Bursa’da olan iş adamları ve bilirkişilerin hazır bulunrulup her alanda alınan, satılan ve işlenen çeşitli kumaşların, giyeceklerin ve satılan şeylerin tümüne koyulmuş narhların tespiti yapılarak uygulanıp uygulanmadığının belirlenmesi için başlatılan çalışmada mezarlar ile ilgili de çalışma yapılıyor “ mezar kazıcılara sorulduğunda, erkek mezarlarını göğüs hizasına kadar, kadar mezarlarını omuz hizasına kadar sekiz akçaya kazarlarmış. Ve yer ücreti hali vaki yerinde olanlara onbeş, fukaraya on ve sekiz akça olup bundan ziyade alınmayacak. Ve başkasının taşı bir diğerine satılmayacak”.
Adil bir standart değil mi?
Şimdi kütüphanenin en güzel köşesine geliyorum. Kilitli bir dolap içinde muhafaza edilen eski süreli yayınlar dolabı. Hüdâvendigâr gazetesinden bu yana Bursa’da çıkmış ve bulunabilen bütün gazete ve dergiler. İşte tam da burada, doğduğum yıl Bursa’da neler olmuş acaba? İsmail bey, 1979 yılı Bursa gazetelerine bakabilir miyim?

“Vaktin nasıl geçtiğini anlamadınız tabii, maalesef artık kapatıyoruz” dedi, genç adam. Ne kadar zaman geçmişti? Çıkarayak ödünç olarak bir kitap alıyorum. Bugün için belki de her şeyi özetliyordur.
“Biz bu şehri ne okuduk, ne yazdık; onu hiç ama hiç anlamadık. Bencil beyinsizliklerimizin sığ sularında çaresiz kalacağımızı, aklımıza bile getirmedik. Parçaladık, öğüttük, sırıtıp gülüp geçtik. Her bir parçanın bizden neler götürdüğüne dönüp bir bakmadık.
Zamanı ve mekânı bozuk para gibi harcadık. Ne kadar kırık dökük olsalar da onlar yine de benim Bursalarım. Bir kış akşamı eve dönerken, bahara doğru pazaryerinde, belediye otobüslerinin yorgun kalabalığında ve bir okulun son ders zilinde onlar hep Benim Bursalarım”.

Nezaket Özdemir’in katkılarıyla..
ASLIHAN CEYHAN
2011 Görükle-BURSA

1 Haziran 2012 Cuma

Sushi Co Bursa'da

Sonunda Bursa cisine kavuştu. Ah Bursa Ah... Bu sene 7. yılımı dolduracağım bir Bursalı olarak. O kadar güzel gözledim ki bu şehrin yavaş yavaş değişimini. Gelişimini diyemeyeceğim gerçek kelime değişimini. Oturduğum Özlüce bölgesinden tutun, Bursa ray'ı, açılan mekanları, yapılan binaları, şehre yeni gelen oyunları, konserleri, üniversite ve çevresini; kısacası şehrin sosyal çevresini devamlı gözlemliyorum. İleri derecede muhafazakar ve milliyetçi (şehir milliyetçiliği anlamında) Bursa'da aslında her değişim bir devrim niteliğinde.Bunu dışarıdan bakanlar değil, değişimi gerçekleştirmeye çalışanlar yaşıyor maalesef. Devamlı "Bursa'da bir uzakdoğu mutfağı yok, bunun için İstanbul'a gitmek zorunda kalıyoruz" diye hayıflanan bir grup insana bir girişimci dünyanın masrafını yaparak uzakdoğu mutfağı açıyor, aşçılar getirtiliyor, bin bir güçlükle tedarikler sağlanıyor, lansman vs...ilk 2 ay full çeken mekan 4. ayın sonunda sallanmaya, ilk yılını doldurmadan ise kapanmaya mahkum oluyor. Kaç tane örnek var bir bilseniz. Bursalıya "et-mangal" dışında bir şeyi alışkanlık halinde yedirmek zor zannaat. Ama yep bir et-mangal, kendir pişir kendin ye, veya bir iskender kebapçı, oh ne ala; işler tıkırında hiç boş durmazsın. Standart, sıradan ama para kazanan bir işletme sahibi olursun. Menüde en ufak bir yenilik varsa bile bir kaç ay içinde tüketilmediği için menüden kalkmak zorunda kalır.Bizim yenilikçi girişimci restoran sahibi ise eli mahkum konsept değiştirir ve genel akıma uyarak et-mangalcı olur. Örneklerini saymamı ister misiniz? Gerek yok değil mi? He bu arada mangala bir sofistike bir isim, bir duruş katıyım deyip, yok bilmem Akdeniz barbekü, Antep usülü, Ege esintisi demeyin; canınız yanar. İşte tam bu konjüktürde yeni bir mekan daha açıldı. Sushi-Co. Bilenler bilmeyenlere anlatsın şimdi uzun uzun mekanı tanıtmak istemiyorum. Kısacası çok standart bir uzakdoğu mutfağı. daha doğrusu fast-food tarzında, ehlileştirilmiş, dengelenmiş ve Türk Mutfağına adapte edilmiş bir çakma Çİn mutfağı diyebiliriz. Çakma derken kötülemek için kullanmadım. Ama Türkiye'de çin mutfağı tatlarından hoşnut olup Çİn'de koşa koşa bir restorana giderseniz o zaman anlarsınız anyayı konyayı demek istiyorum. Her neyse; gelelim bizim BUrsa sushi-Co'ya. Korupark içinde, sonradan yaratma bir mekanda-ki aklıma Akmerkez'in (Etiler) ilk halleri geldi; sinema katında açılan lüks restoranları- hizmet vermeye başladı. Şimdiden belki, yol yakınken tedbir alınsın diye birkaç şey söylemek istiyorum. Lütfen kapanmamak için bunları yapın!!! İlk zamanlar dediğim gibi Bursalı taze ..k'u çok sever, hemen konar; aldanmayın rehavete kapılmayın! Sizin aşçınızdan mı kaynaklanıyor bilmiyorum ama birincisi Sushi çok özensiz yapılmıştı, keşke fotoğrafını çeksem dedim ama unuttum. Bakın Sushi önce göze hitap etmeli,i bunun için tabakları, dış süslemeleri vs. önem taşıyor, siz öyle elinizin ucuyla sararsanız yarısı açık, yarısı yırtık bir nori ve içinden dökülen pirinç taneleri; kimse bu mama görüntüsünde yemeği yemez! lütfen yoğun bile olsanız sarma işine biraz daha özen gösteriniz. Gelelim tatlarına; burası bir Zuma, Mori veya Sunset olmadığı için ve 6'lı menüler 25 Tl civarında dolaştığı için fazla söz söyleyemeyeceğim, geliştirme şansınız yok bu fiyatlara biliyorum. Bu yüzden tatlar "vasat" ama yine de canım sushi istediğinde iş görür. Dana etli menülerde etin pişmesi, yumuşaklığı gayet iyi fakat yine kompozisyon uyarlamasında sıkıntı var bence. Örneğin lütfen "İstiridye soslu dana eti" bilenler ve sevenler denesin ve yorum yapsın çünkü çok dengesiz bir tat vardı ortada üstüne üstlük yemeğin tuzsuz olması çok ilginçti o kadar soyaya karşın. Noodle-ki bence menüde en çok bu kısım iş yapacak Bursa'da- gayet iyiydi. Belki porsiyon ile ilgili bir tepsi alabilirsiniz. Bunun dışında servis idare eder, fiyatlar da orta-yüksek'ti. Şimdi fiyatlar konusunu açalım; Bursalıların genel analizine bakarsak, parası çok olsun az olsun Bursa.'lı adam Bursa'da para har-ca-maz!!! Gider Sunset'te akşam yemekte 500 bayılır, Bursa'da 250 gelse kıyamet kopar. Sushi Co, bu mekanda sadece hafta sonu müşterisine hitap ettiğini kesinlikle unutmamalı. gidip gözlemleyeceğim, hafta içi inlerle cinler olacak mekanda. bir ikincisi hafta sonu müşterisi de sinema+sushi co yapacak adam olacak; yani bir grup halinde "hadi bu akşam sushi co'ya gidelim şaraplar vs. takılalım " diyecek adam çok az olacaktır. velev ki oldu içkili bir mükellef menü adam başı en az 150-200 Tl gelince bir daha gelmeyecektir. Offff....İşte böyle. Çok da yazmak istemiyorum aslında bakalım görelim. Ama lütfen bu tip mekanlara sahip çıkalım, beğenmediğimiz noktaları hemen işletmeciye iletelim, küslük yapmayalım ki onlar da yaşayabilsin... Yıkmak kolay olan, bir durmalarını sağlayalım... Hadi okuyan herkes bir gitsin görsün bakalım. Beğenenlerin de beğenmeyenlerin de yorumlarını bekliyorum.Afiyet Olsun..