10 Kasım 2011 Perşembe
Seni anlamak istiyorum bugün
Seni anlamak istiyorum bugün
Cümlelerinin çoğunu ezberledim
Okumak istiyorum tek tek kitaplarını yeniden, unuttuklarımı hatırlamak için
Her yaşımda başka başka dersler aldığım hayatını okumak istiyorum,bugün de
Sonra sabah sirenler çaldığında seni görmek istiyorum gökyüzünde
Gözlerini,
Göğün mavisini yaran, gözlerini
Ve güneşin sarısıyla bütünleştiği saçlarınla aydınlanan o yüzündeki ifadeyi
Bana sormak istediklerin var biliyorum
Benim anlatmak istediklerim o kadar çok ki!
Hemen bir okula gitmek istiyorum
Coşkulu çocukları dinlemek
Sana dair şarkıları, sana yazılmış şiirleri dinlemek
O minik kalplerde yanan ateşini,
O körpe dimağlarda beliren güneşini görmek istiyorum
Sonra üniversitelerde gezmek
Senin talebelerinin başarılarını dinlemek istiyorum
Açtığın yolu genişletmeye çalışan bilim işçilerini izlemek
Tarihini anlatanlarla konuşmak
Seni her ağızdan dinlemek istiyorum
Köydeki amcaya sormak
Yaşlı nineden seni dinlemek
Biraz geçmişe gidip, seni yaşamak istiyorum
Sonra gazeteleri okumak!
Gurur duymak memleketimle
Ne mutlu Türküm diye bağıranları okumak
Kendi için değil, senin gibi, bizim için, çağdaş Türkiye için çalışanları izlemek
Senin gibi olamaz kimse biliyorum, ama!
En azından senin yolundan gidenleri okumak istiyorum
Ben bugün Atam’ı anmak istiyorum
Bütün Türkiye tek bir gönül gibi onu özlediğimizi görmek istiyorum
Tek başıma değil, 70 milyonla
Sazla, sözle, edebiyatla, sanatla, sporla….
Yaşlısıyla, genciyle, lazıyla, kürdüyle, çerkeziyle
Anılarıyla, dostlarıyla, resimleriyle, devrimleriyle
Bugün Atam’ı anlatmak istiyorum
Herkese
Ona, buna, çocuğa, yabancıya, ele, dosta, düşmana, anlayana, anlamayana!
Bugün sana karşı mahcubum biliyorum
Ama bak, yılmadım, ağlamıyorum, devam ediyorum
Zorda değilim, darda değilim, dimdik, dimdik yerimdeyim
Sen değilim, ama senin gibiyim
Hiçbir savaşı kaybetmedim, çağdaşlık savaşını kaybedemem
Bugün sana seslenmek istiyorum!
Üzülme, bütün gerçekleri görüyorum ve biliyorum
Ama seni, senin devrimlerini, çağdaş Türkiye’yi yaşatmaya yemin ettim
Yolumdayım
Yorulmadım
İlerliyorum…
12 Mart 2011 Cumartesi
“Album-Guide de Brousse et de Ses Environs. De Constatinople…A Brousse......” ….adlı kitabı Bursa kültür hayatına armağan etmeye karar verdik. İlk kitabımız olan Mustafa Suat ‘ın Türkçe adı “Musavver Rehber Seyyahin (Resimli Gezi Rehberi) Bursa Ve Civarı
Bursa 14.yy’dan beri tarihi-iktisadi ve sosyal açıdan Küçük Asya’daki en önemli merkezlerden biridir. Bu sebeple geçmiş yüzyıllar boyunca sayısız yazar ve araştırmacı Bursa’yı konu alan çalışmalar yapmışlardır. Bu çalışmaların hepsi, ait olduğu kentin tarihsel kalıtının devamlılığı için önemli birer kaynak ve kentimizin hafızası demektir. Dolayısı ile bu kaynakların bilimsel bir yaklaşımla bir yerde toplanması dağılmış belleğimizin de toplanması demektir.
Ceyhan ailesi olarak kurduğumuz Mümin Ceyhan Bursa Kültür Kaynakları Araştırma Merkezi kapsamında öncelikli amacımız tarihe şahitlik eden ve günümüze taşınabilmiş kitap, yazma eser, yıllık, rehber, fotoğraf, arşiv belgesi gibi tüm kaynakların bir belgelikte çağdaş yöntemlerle derlenip korunması ile tozlu arşivlerde belki sahaf depolarında unutulmuş envanterin ortaya çıkarılarak tasnif edilmesiydi. Bu şekilde Bursa’mızda kent kültürü, tarihi ile ilgili araştırma yapacaklara, akademisyenlere, öğrencilere, kent halkına ve en önemlisi gelecek kuşaklara karşı kentlilik sorumluluğumuzu yerine getirecektik.
Bir yıl boyunca bu engin denizin içinde yüzerken araştırma merkezi olarak gördük ki kentimiz ile ilgili tarihsel süreç içinde yazılmış birçok değerli kaynak günümüze taşınamamıştı. Bizde merkezimizde Bursa’nın kültür kaynaklarının yalnızca fiziksel olarak korunmasın ve aktarılmasının yanı sıra bu ekine hizmet etmek amacı ile kent tarihi, kültürü, coğrafyası, sosyolojisi vb. konular ile ilgili yeni kitapların kazandırılmasının gerekliliğini fark ettik. Bu heyecanla hemen, günümüz Türkçesine çevrilmemiş ve Bursa ile ilgili olarak yazılmış ilk turistik rehber olma özelliğini taşıyan “Album-Guide de Brousse et de Ses Environs. De Constatinople…A Brousse......” ….adlı kitabı Bursa kültür hayatına armağan etmeye karar verdik. İlk kitabımız olan Mustafa Suat ‘ın Türkçe adı “Musavver Rehber Seyyahin (Resimli Gezi Rehberi) Bursa Ve Civarı” adını taşıyan rehber özelliğindeki kitap, Nezaket Özdemir tarafından yayına hazırlandı.
İlk kitabımız Bursa kentine karşı duyduğumuz sosyal sorumluluğun bir belgesel somutlaşması olduğu kadar bundan sonraki kitaplarımız için bir öncü cesaret modeli olacaktır.
Daha önceleri Bursa defteri ve Bursa Ansiklopedisi’nin çıkarılmasında da yer alan Mümin Ceyhan önderliğinde ve sayın kütüphaneci ve araştırmacı yazar Nezaket Özdemir danışmanlığında kurulan merkezimiz bundan sonra geçmişte ve bugün kentimizde oluşturulmuş çağdaş kültür birikimini her yönüyle yansıtacak tarih, sanat, bilim ve edebiyat eserlerini yayımlamaya devam edecektir.
Çabamızın yerini bulması ve özellikle genç kuşağımıza rehber olması ümidiyle kitabımızı okuyucu beğenisine sunuyoruz.
16 Şubat 2011 Çarşamba
Cunda'da
Saat
22.00’a az kala küçük bir balıkçı sandalı yanaşıyor kıyıya. Ağların arasında
naylon pantolonlarını giymiş iki balıkçı sıkışık biçimde balık ayıklıyor. Ben
diyeyim 50 siz diyin 80 kg balık ağlara takılmış. Balıkçılardan biri “Bülent
abi” diye sesleniyor elinde ağlardan ayıkladığı 1 büyük torba taptaze balığı
garsonlardan birine uzatırken, “konuşuruz, sonra”. Belli ki Temmuz ayı’nın en
“tatilimsi” haftasında bir cumartesi günü akşam vakti tıklık tıklım dolu olan
“bay Nihat” müşterilere balık yetiştiremiyor!
Biz
henüz soğuk mezeler ve sarımsaklı roka salatamızla idare ederken sipariş
ettiğimiz levrek ve papalinaları iptal edip denizden az önce çıkan o
tazeciklerden söylemek istiyoruz. Sonra
kadehler kalkıp sohbete dalınca unutuyor ve önümüzdekilere devam
ediyoruz.
Masadaki
deniz börülcesi, kabak çiçeği dolması, beyaz peynir, şarap soslu kidonya, soya
soslu ahtapot, kalamar, midye dolma, ahtapot, sarımsaklı –domatesli ve bol
zeytinyağlı sora salatası, ahtapot ızgara ve arada gelip ismini kaçırdığımız
mezeler ile yanında kesinlikle “efe rakı” ile efeleniyoruz….masadaki biz dört
yeniyetme gurme, iki kadehi içtikten sonra başlıyoruz değerlendirmelere.
Elimizde puan kartları eksik. “10 üzerinden kaç? On üzerinden kaç” diyor
birisi, “8” diyorum. Sohbet tamamen mezelerin nasıl pişirildiği, içinde neler
olup olmadığı ve beğenilip beğenilmediği konusuyla ballanıyor. Herkesin
fikirleri ortak sayılır. Hiçbirimizin beğenmediği hiçbir şey olmadığı gibi çok
etkilendiğimiz de bir meze olmuyor. Haksızlık ediyorsun demeyin. “bay Nihat”
olsun, cunda sahilindeki tüm diğer balıkçılar olsun 80-100 çeşit arası
yaptıkları rum mezeleri ile bir görsel şölen sunuyorlar gerçekten, fakat tatlar
öyle “unutulmaz” veya “inanılmaz” değil.
Sipariş
ettiğimiz mezelere bakıp da burnunuzu kıvırabilirsiniz ama siz de o muhteşem
eski taş binanın içine girip önünüze çıkan dolaptaki çeşitler arasından seçim
yapın da sonra konuşalım. Türlü çeşitli Girit otları, zeytinyağlılar, Fener
balığı kavurması, kum midyesi, istiridye, kidonya, ahtapot ızgara, levrek
marine, sakızlı ahtapot, bongole, kalamar ızgara, ıstakoz salatası, hardal
soslu bongole, sirkeli kalamar, balık kokoreç, portakallı sübye, balık
pastırması, ahtapot yahni, soya soslu bebek ahtapot ve kaşarlı kidonya gibi
çeşitler arasında bırakın seçim yapmayı aklınızda tutmak bile kolay iş değil.
Meze
ve balık dolabındaki her şeyin tazeliği gözlerden kaçmıyor tabi, veya her türlü
deniz canlısını pişirmede geliştirdikleri kendi yöntemleri, meze kültürüne
kattıkları. Ben bir gurme değilim size şimdi bu mutfak işlerini detaylı
anlatamam fakat, bir kum midyesini veya ahtapotu 3-4 farklı şekilde
pişirebiliyorlar ve hepsi gerçekten damakta güzel tatlar bırakıyor. Yani sizin
anlayacağınız buraya gelince “değişik bir şeyler yedim” diyebiliyorsunuz. Hele
şimdi “ne var taze balık?” lafına devamlı aldığımız “levrek ve çipura
ağabeyicim” lafından sıkılan büyük şehirliler için gerçekten gidilesi bir yer.
Bu yaz aynı balıkları yemekten gına gelmişti…geçti…
Sonuçta benim sizlere önerebileceğim
tüm taze ege otlarını sipariş edin, kesinlikle karides yahni ve ahtapot yahniyi
tercih edin, yanında güzel bir yeşillik salatası söyleyin, mevsimine göre en
iyi durumda olan midye çeşidinden çiğ yiyin, papalina yemeden kalkmayın, benim
gibi aranız olmasa bile peynir tatlısını deneyin, hesap gelince de bozulmayın
kaç çeşit meze söylediniz, insaf!
Unutmadan,
masadaki en güzel tatlardan biri kesinlikle zeytinyağı idi. Oturur oturmaz
gelen roka salatasına neredeyse yarım litre döktüğüm zeytinyağını hemen garsona
sordum ve “özgün marka, şu sokağın hemen başında” cevabını aldım. Dönerken de
10 litre’lik tenekelerimi. Aroması, rengi, damakta bıraktığı tadıyla 4-4’lük
bir zeytinyağı idi.
Servise
gelince, o kadar kalabalık ve çeşitle nasıl başa çıkıyorlar bilmiyorum. Ama
siparişleriniz belirli bir sırada geliyor, unutulan olmuyor mu oluyor tabii ki
ama ısrarla istemeye devam ederseniz o da geliyor. Çok deneyimli oldukları
belli olan 2 şef kulaklarında telsiz kulaklıkları, mutfaktan gelen haberleri
alıyorlar ve hemen garsonlar koşup servisleri yapıyor. Çok yoruluyor garsonlar.
Şıpır şıpır ter döküyorlar. Yine de bundan sonra daha az kalabalık olan başka
mekanları tercih edeceğim konusunda hiçbir şüphem yok. Ben meze-rakı-sohbet
üçlüsünde bir de sakinliği seviyorum. Deniz kenarında denizi dinleyemediğim
akşamlar biraz eksik kalıyor.
Başka
bir nokta müşteri portföyün çeşitliliği. İnanamazsınız! Zaten hiçbir şehir
balıkçısında bu kozmopolit hava olamaz. Ayağına terliğini geçirmişi, üstüne kat
katlarını giymişi, anneannesini getirmişi, çoluk çocuk gelmişi, eski dostuyla
takılanı, erkek erkeğe, kız kızası, ünlüsü, ünsüzü, üstlüsü, üstsüzü (espri),
kola içeni, en iyisinden şarap yudumlayanı, rakı fondipleyeni…Mezesi kadar
tipleri de bin bir çeşit..
Çıkarken
biraz sohbet ettiğimiz beyefendi’den ki kendisi- “Bay Nihat”’ın oğlu Hakan bey,
yaz aylarında günde 80-100 çeşit meze çıkardıklarını yazın gecede 200 kişiye yakın misafir
ağırladıklarını, kışın da açık olduklarını, rezervasyonsuz kesinlikle hafta
sonları yer bulunmadığını, babalarının İstanbul'da bir restoranda çalıştıktan
sonra Cundaya gelip bay Nihat'ı açtığını çok kısa şekilde bize anlatıyor. kısa kısa notlarımı alıp, hesabı ödeyip
seneye bir daha gelmek üzere ayrılıyoruz oradan. Herkese tavsiye ediyorum. bu
arada içkili adam başı 100 papel'den aşağı inmez hesap haberiniz olsun.
Bursaya alışmak
6/12/2007
Bursayı sev
diyorlar!
nesini seveyim?
büyük bir köy oluşunu mu?
küçük bir kent oluşunu mu?
Bursa'ya alış diyorlar!
nesine alışayım?
birbirini tanıyan herkese mi?
beni tanıyan hiç kimseye mi?
Bursa'da yaşa diyorlar!
nerede yaşayayım?
sularından içmeye dağında mı?
meyvelerinden yemeye ovasında mı?
Bursa'da gez diyorlar!
ne kadar gezeyim?
sabahtan öğlene mi?
öğlenden akşama mı?
Bursa'da çalış diyorlar!
nerede çalışayım?
tekstilde makine başında mı?
otomotivde kaporta altında mı?
Bursa'da ye diyorlar!
ne yiyeyim?
her gün İskender kebap mı?
bazen pideli köfte mi?
Bursa'da yaz diyorlar!
İstanbul'da kış mı diyorum!
gülüyorlar,
aynı dili konuşamıyorum
bende bloglarda yazıyorum!
nesini seveyim?
büyük bir köy oluşunu mu?
küçük bir kent oluşunu mu?
Bursa'ya alış diyorlar!
nesine alışayım?
birbirini tanıyan herkese mi?
beni tanıyan hiç kimseye mi?
Bursa'da yaşa diyorlar!
nerede yaşayayım?
sularından içmeye dağında mı?
meyvelerinden yemeye ovasında mı?
Bursa'da gez diyorlar!
ne kadar gezeyim?
sabahtan öğlene mi?
öğlenden akşama mı?
Bursa'da çalış diyorlar!
nerede çalışayım?
tekstilde makine başında mı?
otomotivde kaporta altında mı?
Bursa'da ye diyorlar!
ne yiyeyim?
her gün İskender kebap mı?
bazen pideli köfte mi?
Bursa'da yaz diyorlar!
İstanbul'da kış mı diyorum!
gülüyorlar,
aynı dili konuşamıyorum
bende bloglarda yazıyorum!
:))
1 Ocak 2011 Cumartesi
Şeb-İ Aruz
Mevlânâ Celaleddin-i Belhi Rumi
Mevlânâ Celaleddin-i Belhi Rumi (30 Eylül 1207 - ö. 17 Aralık 1273; d.6 Rebiu’l Evvel, 604-ö. 5 Cemaziye’l-ahir, 672), İslâm ve tasavvuf dünyasında tanınmış bir Fars, bazılarına göre Tacik kökenli şair, filozof, sanatçı ve Mevlevi düşünce sisteminin kurucusudur.
Mevlana ve Rumi, kendisine sonradan verilen isimlerdendir. Mevlânâ, İslam dininde dinî açıdan önder olarak görülen, veya İslam ilimlerinde başarı kazanmış şahıslara verilen bir dinî unvan olup Mevla sözcüğünden türemiş bu sözcük, "Mevlamız" veya "Efendimiz" anlamlarına gelmektedir. Ünlü filozofun tam adı ise Mevlânâ Celaleddin-i Belhi Rumi (Farsça:مولانا جلال الدین محمد رومی) Mevlānā Celāl-ed-Dīn Muhammed Rūmī’dir. Rumi ise, Anadolu demektir. Mevlana’nın, Rumi diye tanınması, Diyar-ı Rum denilen Anadolu ülkesinin vilayeti olan Konya’da ömrünün büyük bir kısmının geçmesi sebebiyledir.
Mevlâna 1207 yılında bugün Afganistan’daki Horasan Ülkesi'nin Belh şehrinde doğmuştur. Mevlâna'nın babası dönemin İslam kültür merkezlerinden Belh kentinde hocalık yapan ve Sultan-ül Ulema (Bilginler Sultanı) lakabıyla anılan Bahâeddin Veled'tir.
Ulema Bahâeddin Veled ailesi ve yakın dostlarıyla beraber, bazı siyasi olaylar ve yaklaşmakta olan Moğol istilası nedeniyle Belh’den ayrılmış, sırasıyla Nişabur, Bağdat, Kabe, Şam’da bulunmuş ve Karaman’a gelerek burada Subaşı Emir Mûsâ’nın yaptırdıkları medreseye yerleşmişlerdir.
Bu dönem, Anadolu’da başkenti Konya olan Selçuklu Devleti’nin egemenliğinin olduğu bir dönemdi. Sultan Alâeddin Keykubâd, Selçukluya en parlak dönemini yaşatıyordu ve başkent bir aydınlanma merkezi gibiydi. Dönemin ünlü sanat eserleri, bilim adamları, düşünürleri Konya’da bulunuyordu. Alâeddin Keykubâd, bu aydınlıkta Bilginler Sultanının da bulunmasını istiyordu. Bu sebeple Bahaeddin Veled’i Karaman’dan Konya’ya davet edip buraya yerleşmesini istedi. Bahaeddin Veled Sultanın davetini kabul etti ve Konya’ya 3 Mayıs 1228 yılında Altunapa (İplikçi) Medresesi’ne yerleştiler. Konya’da yaşamaya başlayan Bahaeddin Veled, Selçuklu Sultanı ve Saray’da çok iyi karşılandı ve kısa zamanda tüm ileri gelenler kendisinin müridi oldu. Bilginler sultanına gönülden bağlanan Sultan Alaaddin onu şöyle över; “Heybetinden gönlüm tir tir titriyor, yüzüne bakmaktan korkuyorum. Bu eri ördüke, gerçekliğim, dinim artıyor. Bu alem, bendem korkup titrerken ben, bu adamdan korkuyorum, ya Rabbi, bu ne hal? İyice inandım ki o, cihanda nadir bulunan ve eşi benzeri olmayan bir Allah dostudur.” Ölümüne kadar Konya’da kalan Bahaeddin Veled, 24 Şubat, 1231 tarihinde vefat etmiştir. Mezar yeri olarak, Selçuklu SarayınınGül Bahçesi seçilmiştir. Halen müze olarak kullanılan Mevlâna Dergâhı’ndaki bugünkü yerine defnolunmuştur.
Bahaeddin Veled öldüğünde Celaleddin 24 yaşında idi. Babasının vasiyeti ve dostlarının ile babasının makamına geçti. Mevlânâ, babası Bahaeddin Veled'in ölümünden bir yıl sonra, 1232 yılında Konya'ya gelen ve daima kalblerde bulunan sırları bilmesinden dolayı, Seyyid Sırdan adıyla anılan sufi Seyyid Burhaneddin'in (Seyyid Burhaneddin-i Muhakkik-i Tirmizi) manevi terbiyesi altına girdi ve dokuz yıl O'na hizmet etti.
Seyyid Burhaneddin, elinde büyüyen Celaleddin’e dedi ki: “Bilginde eşin yok, seçkinsin. Ama baban hal (manevi makam) sahibiydi, sen de onu ara, kalden (sözden) geç. Onun sözlerini iki eline kavramışsın; fakat benim gibi onun haliyle de sarhoş ol. Böylece de ona tam mirasçı kesil; cihana ışık saçmada güneşe benze. Sen zahiren babanın mirasçısısın; ama özü ben almışım; bu dosta bak, bana uy.” Mevlana babasının halifesinden bu sözleri duyunca samimiyetle onun terbiyesine teslim oldu ve nefsi yenmek için gayret sarfederek ve mürşidinin sohbet ve nefesleriyle pişti, olgunlaştı; kendinden kurtuldu, mana sultanı oldu.
Nitekim, Mesnevi’sindeki şu iki beyit, piştiğinin, kamil insan mertebesine ulaştığının ifadesidir; “Piş, ol da bozulmaktan kurtul… Yürü, Burhan-ı Muhakkık gibi nur ol. Kendinden kurtuldun mu, tamamiyle Burhan olursun. Kul olup yok oldun mu sultan kesilirsin.”
Celaleddin 15 Kasım 1244 yılında Şems-i Tebrizî ile karşılaştı. Mevlâna Şems’de “mutlak kemâlin varlığını” cemalinde de “Tanrı nurlarını” görmüştür. Şems Mevlana’ya aşık ve taliptir, Mevlana’da Şems’e aşık ve taliptir. Çünkü aşık, aynı zamanda maşuk, maşuk aynı zamanda aşıktır. Mevlana der ki: “Dilberler (gönlü alıp götürenler, manevi güzeller), aşıkları, canla başla ararlar. Bütün maşuklar, aşıklara avlanmışlardır. Kimi aşık görürsen bil ki maşuktur. Çünkü o, aşık olmakla beraber maşuk tarafından sevildiği cihetle maşuktur da. Susuzlar alemde su ararlar, fakat su da cihanda suzusları arar.” Mevlana, Şems ile Konya’da buluştuğu zaman tamamiyle kemale ermiş biriydi. Şems, Mevlana’ya ayna oldu. Mevlana, Şems’in aynasında gördüğü kendi eşsiz güzelliğine aşık oldu. Diğer bir ifadeyle Mevlana, gönlündeki Allah aşkını Şems’te yaşattı. Mevlana’nın Şems’e karşı olan sevgisi, Allah’a olan aşkının miyarıdır (ölçüsüdür). Çünkü Mevlana, Şems’te Allah cemalinin parlak tecellilerini görüyordu. Mevlana açılmak üzere bir güldü. Şems ona bir nesim oldu. Mevlana bir aşk şarabı idi, Şems ona bir kadeh oldu. Mevlana zaten büyüktü, Şems onda bir gidiş, bir neşve değişikliği yaptı. Şems ile Mevlana üzerine söz tükenmez. Son söz olarak şöyle söyleyelim, Şems, Mevlana’yı ateşledi, ama karşısında öyle bir volkan tutuştu ki, alevleri içinde kendi de yandı. Ancak beraberlikleri uzun sürmedi ve Şems aniden öldü. Mevlana Şems’i kaybettikten sonra onu aramaya Şam’a gitti, son Şam seyahatinde, mana yönünden Şems’i ay gibi kendinde gördükten sonra, onu aramaktan vaz geçti ve kendisine Konyalı Zerkub (kuyumcu) diye tanınan Şeyh Selahaddin’i dost ve hemden olarak seçti. Mevlana, Şems’e duyduğu muhabbet ve gönül bağlılığının aynısını Şeyh Selahaddin’e de gösterdi. Mevlana ile Seyh Selahaddin, on yıl birbiriyle mest olarak görüşüp sohbet ettiler fakat sonra 1259 yılında onu da kaybetti.
Mevlana, Şeyh Selahaddin’den sonra kendisine halife olarak soylu bir aileden gelen Çelebi Hüsameddin’i seçti ve dostlarına şöyle dedi; “Ona baş eğin, önünde acizcesine kanatlarınızı yere gerin! Bütün buyruklarını yerine getirin, sevgisini canınızın ta içine ekin. O rahmet madenidir, Allah nurudur.”
Mevlana’nın kırk yıl samimiyetle hizmetinde, sohbetinde bulunan Sipehsalar, Risale’sinde, Çelebi Hüsameddin’in değerini şu cümlelerle belirtiyor; “Hakikatte Hüdavendigar Hazretlemizin tam mazhari Çelebi Hüsameddin idi ve bütün Mesnev-i Şerif onun ricası ile yazılmıştır. Bütün tevhid ve aşk ehli, kendilerine bahşedilen Mesnevi’nin yalnızca yazılması hususunda, kıyamete kadar Çelebi Hüsameddin’e teşekkür etseler, yine şükran borçlarını ödeyemezler.” Mevlana, Çelebi Hüsameddin ile tam onbeş sene güzel demler, hoş safalar sürdü.
Mevlana, manevi yolculuğunu, olgunluğa ermesini, şu sözünde toplamıştır. “hamdım, piştim, yandım.” Mevlana’nın pişmesi, babası Sultanü’l-Ulema Bahaeddin Veled ve Seyyid Burhaneddin’in feyizli nefesleriyle, yanması da Şems’in nurlu aynasında gördüğü kendi güzelliğinin aşk ateşiyledir.
Mevlâna 17 Aralık 1273 vefat etti. Mevlâna ölüm gününü yeniden doğuş günü olarak kabul edilir. O öldüğü zaman sevdiğine, yani Allah'ına kavuşacaktı. Onun için Mevlâna ölüm gününe düğün günü veya gelin gecesi manasına gelen "Şeb-i Arûs" diyordu.
Mevlana,
İslam dinini, şiir, sanat, raks, müzik yoluyla en ince yorumlayan kişidir. Bu yorum, İslam ve İslam dışı bütün insanlık tarafından benimsenmiş, esin kaynağı olmuştur.
İngiliz doğubilimcisi A.J. Arberry, Mevlânâ'yı "dünyanın en büyük ozanı" olarak nitelerken, Goethe onun etkisinde kalmış, Rembrandt tablosunu yapmış, Muhammed İkbal felsefesini onun düşünceleri üstüne kurmuş, İngiliz doğubilimcisi Nicholson 30 yıl çalışarak Mesnevi yi İngilizce’ye çevirmiş ve yapıtın Batı dünyasından tanınmasını sağlamıştır.
Ulu önder Atatürk; “Mevlana, Müslümanlığı Türk ruhuna intibak ettiren büyük bir reformatör... Müslümanlık aslında geniş manasıyla hoşgörülü ve modern bir dindir. Araplar onu kendi bünyelerine göre anlamış ve tatbik etmişlerdir. Sıcak bir iklimde oturan, suyu nadiren kullanan, genel bir hareketsizlik içinde ömür süren Badiye Arapları için günde beş vakit abdest ve namaz, çok ileri seviyede bir yaşama hareketidir. Hz.Muhammed insanları uyuşukluktan harekete sevk etmiştir. Sarp dağlar, yüksek yaylalarda at koşturan, erimiş kar suları ile yıkanan Türkler için abdest ve namaz çok tabii olmuştur. Mevleviliğe gelince, o tamamen dönerek ayakta ve hareket ederek Allah’a yaklaşma fikri, Türk dehasının en tabii ifadesidir." diyerek Mevlanayı övmüştür.
Mevlânâ geçmişten günümüze iz bırakan büyük şair ve filozoftur. İnanç ve düşünce özgürlüğüne çok değer vermesi, bütün insanları (suçlu-suçsuz, mecusi-putperest, kara-sarı, efendi-köle) saygıya ve sevgiye çağırması onun en büyük özelliğidir.
Mevlânâ Varlığın birliğine inanır ve “vahdet-i vücud” felsefesini savunur. Ona göre, her varlık Hak'kın bir ayrı tecellisidir ve yaradılmışlara uygulanan her eylem aslında Yaratan'a uygulanıyor demektir. Onun için, soyut bir Allah sevgisi yerine, somut bir sevgi, yani Hak'kı halkta ve halkı Hak'ta sevmek gerekir.
Mevlânâ biçimci değil, özgürlükçüdür. Edep, vefa, sabır, eğitim gibi ahlak kavramlarının gerçek anlamını aramayı ve insanlara bunu öğretmeyi iş edinmişti. Ona göre, asıl konu "insan"dı. Din, felsefe, ahlak, insanı daha mutlu etme yolunda gelişen araçlardı. Bu araçlara takılıp kalmak, gelişmeyi ve gelişme hızını kesecek yanlış davranışlardı. Doğru olan, gerçeğe giden yolu bulmaktı ve bu yol, "aşk" tan geçerdi: Sonsuz bir sevgi. Bu sevgi hoşgörü ve vefa kavramlarıyla desteklenecek, beslenecekti.
Mevlânâ için, sözünü ettiği bu aşk anlatılmaz, yaşanır; yaşayarak öğrenilirdi. Bu nedenle, bir gün kendisine "aşk nedir efendim" diye soran bir öğrencisine "Ben ol da bil" yanıtını verdi.
Mevlânâ'nın ilkelerinden ve İslam inancına getirdiği yorumdan Mevlevi tarikatı doğdu ama Mevlânâ bir tarikat kurucusu değildir. Mevlevilik onun ölümünden sonra oğlu Sultan Veled ile halifesi Hüsamettin Çelebi'nin birlikte hazırladıkları bir örgütlenmeye göre kurulmuştur.
Atatürk, Konya'daki Mevlana Dergahı ve türbesini, Konya'ya ilk gelişi olan 3 Ağustos 1920 günü ziyaret etmiş ve bu ziyaretten etkilenmişti. Daha sonra ziyaretlerinde de Mevlana Türbesini ziyaret etmiştir.
Cumhuriyet'in ilanından sonra, tekke ve türbelerin kapatılması hazırlıkları yapılırken, Başbakan İsmet İnönü'ye "Mevlana Dergahı ve türbesinin kapatılmayarak kendi eşyası ile birlikte müze olarak düzenlenmesi ve ziyarete açılması" emrini vermiştir. Bir süre sonra, Bakanlar Kurulu kararı ile dergah, müze haline getirilmiştir.
Atatürk, 18 Şubat 1931 günü Konya'ya 9'uncu defa geldiği zaman, Konya'da 11 gün oturmuş, bu arada 21 Şubat 1931 gününü tamamen artık müze halinde ziyarete açık bulundurulan Mevlana Müzesi'nde geçirmiştir. Bu ziyaret sırasında eski Konya Milletvekillerinden Fuat Gökbudak ve o günlerde Konya Azar-ı Atika Müzesi müdürü olan Yusuf Akyurt'un ayrı ayrı anlattıklarına göre, Atatürk müze müdürünün odasına girer girmez, niyaz penceresi üzerindeki rubaiyi görmüş, Farsça'yı çok iyi bilen Hasan Ali Yücel'e tercümesini yaptırmıştır. Atatürk tercümedeki: "Ey keremde, yücelikte ve nur saçıcılıkta güneşin, ayın, yıldızların kul olduğu sen. Garip aşıklar, senin kapından başka bir kapıya yol bulmasınlar diye öteki bütün kapıları kapanmış, yalnız senin kapın açık kalmıştır." ibaresini işitir işitmez şöyle demiş:
"Hz.Mevlana'nın büyüklüğü burada bir kere daha kendini gösterdi... Doğrusu ben, 1923 yılındaki ziyaretim sırasında, bu dergahı kapatmayalım Müze olarak halkın ziyaretine açalım, diye düşünmüş; bir yıl sonra dergah ve tekkelerin kapatılması kanunu çıkar çıkmaz İsmet Paşa'ya Mevlana dergahı ve türbesini kendi eşyası ile Müze haline getir emrini vermiştim. Görüyorum ki, şu okuduğumuz rubainin hükmünü yerine getirmişim. Bakınız ne kadar mükemmel bir Müze olmuş..."
Değerli tarihçi Cemal Kutay’ın ifadelerine göre, Mustafa Kemal’e emrindeki yardımcılarının “Paşam Hz.Mevlana’nın makamını müze haline getirmeniz üzerine halk buraya akın etmeye başladı. Bu bir sakınca
doğurmasın” demeleri üzerine Atatürk’ün verdiği cevap ilginçtir:
“-Eğer, Hz.Mevlana’yı hakkıyla tanımak ve benimsemek için ziyarete gitmekte olduklarına inansam öteki dergahların da açılmasını sağlardım. Çünkü, Hz. Mevlana’yı tanımak ve anlamak zaten diğer tüm tehlikeleri de ortadan kaldırmaktadır.”
Mevlana, felsefesini hayatı boyunca yazdığı, yazdırdığı 5 temel eserde toplamıştır.
Mesnevî, klâsik doğu edebiyatında, bir şiir tarzının adıdır. Sözlük anlamıyla "İkişer, ikişerlik" demektir. Edebiyatta aynı vezinde ve her beyti kendi arasında ayrı ayrı kafiyeli nazım şekillerine Mesnevî adı verilmiştir. Mevlâna Mesnevî'yi Çelebi Hüsameddin'in ısrarları üzerine yazmıştır. Mesnevî'nin dili Farsça'dır. Halen Mevlâna Müzesi'nde teşhirde bulunan 1278 tarihli, elde bulunan en eski Mesnevî nüshasına göre, beyit sayısı 25618 dir. Mevlâna 6 büyük cilt olan Mesnevî'sinde, tasavvufî fikir ve düşüncelerini, birbirine ulanmış hikayeler halinde anlatmaktadır.
“Ham, pişkinin halinden
anlamaz, öyle ise söz kısa kesilmelidir vesselam”
Dîvân, şairlerin şiirlerini topladıkları deftere denir. Dîvân-ı Kebîr "Büyük Defter" veya "Büyük Dîvân" manasına gelir. Mevlâna'nın çeşitli konularda söylediği şiirlerin tamamı bu divandadır. Dîvân-ı Kebîr'in dili de Farsça olmakla beraber, içinde az sayıda Arapça, Türkçe ve Rumca şiir de yer almaktadır.
“Âşık isen, âşıklarla otur!
Gece gündüz demeden kapılarında dur!
Bu kapıdan içeri girdiğinde ise,
Yaratılmışlardan uzaklaş; yaradanla otur!”
Mektubat adlı eseri ise kendisinden sorulan ve dini ve ilmi konularda bilgiler vermek için yazdığı 147 adet mektuptur. Mevlâna bu mektuplarında, edebî mektup yazma kaidelerine uymamış, aynen konuştuğu samimi bir dille görüşlerini kaleme almıştır.
Fîhi Mâ Fih "Onun içindeki içindedir" manasına gelmektedir. Bu eser Mevlâna'nın yaptığı sohbetlerin, oğlu Sultan Veled tarafından toplanması ile meydana gelmiştir. 61 bölümden oluşmaktadır. Bu bölümlerden bir kısmı, Selçuklu Veziri Süleyman Pervane'ye hitaben kaleme alınmıştır. Eserde bazı siyasi olaylara da temas edilmesi yönünden, bu eser aynı zamanda tarihi bir kaynak olarak da kabul edilmektedir. Eserde cennet ve cehennem, dünya ve âhiret, mürşit ve mürîd, aşk ve semâ gibi konular işlenmiştir.
“Nerede olursan ol, ne halde bulunursan bulun; sevmeye, aşık olmaya çalış. sevgi mülkün, ülken oldu mu, boyuna aşık olursun; mezarda da, mahşerde de, cennette de aşık olursun; sonu gelmez ya; boyuna aşık olursun(fihi mafih:146)”
Mecâlis-i Seb'a, adından da anlaşılacağı üzere Mevlâna'nın yedi meclisi'nin, yedi vaazı'nın not edilmesinden meydana gelmiştir. Mevlâna'nın vaazları, Çelebi Hüsameddin veya oğlu Sultan Veled tarafından not edilmiş, ancak özüne dokunulmamak kaydı ile eklentiler yapılmıştır
Mecalis-i Seb'a, Mevlana'nın 7 vaazının bulunduğu eserdir. Aslı Türkçe olmasına rağmen daha sonra Farsça'ya çevrilmiştir. Eserde insan, Allah, varlık konuları işlenmiştir. Terim Türkçe'ye çevrildiğinde Yediler Meclisi anlamına gelir.
Mevlana'nın yedi öğüdü şunlardır:
Cömertlik Ve Yardım Etmede Akarsu Gibi Ol
Şevkât Ve Merhamette Güneş Gibi Ol
Başkalarının Kusurunu Örtmede Gece Gibi Ol
Hiddet Ve Asabiyette Ölü Gibi Ol
Tevazû Ve Alçakgönüllülükte Toprak Gibi Ol
Hoşgörülülükte Deniz Gibi Ol
Ya Olduğun Gibi Görün.Yada Göründüğün Gibi Ol
Cesarette Aslan Gibi Ol
A.C/KOnya/2008
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)